Top
15/03/2014

Şimdi biz büyüdük

Bizim gibi çocuklar, kolay ölür. İngilizce’de çekingen, Beden’de eşofmanı iki beden küçük, önlüğün altına eşofman giyen, hafta sonları sokağa inip, koca bir taşla ha bire kiremit ezen, sıkılsa da gıkı çıkmayan, defteri bitince başta yazdıklarını silen, akşam olunca çekyatları çekip kardeşleriyle beraber sobalı ve televizyonlu odada uyuyan, annesiyle akşam pazarına giden, mahallede lastik yakılınca üstünden atlayan, yaz tatilinde köye giden, hukuk okumak istediği halde konfeksiyonda çalışan çocuklar, çok kolay ölür.

Bindiğimiz otobüs kaza yapar, E5’te minibüsümüz devrilir, ustabaşı gözümüze makas fırlatır, fabrikada elektrik çarpar, freni boşalan TIR oturma odamıza girer, çukura düşeriz, inşaat temelinde boğuluruz, alışveriş merkezinin boşluğuna yuvarlanırız, ya öteki mahalleden abilerin ya da polisin elinde kalırız.

Biz, çok kolay ölürüz. Ölüm bizim mahallelerde kol gezer. Sabah kalkarsın, Hasan ölmüş derler. Araba çarpmış. Vuran kaçmış. İbrahim ölmüş derler. Bıçaklanmış. Bıçaklayanı kimse görmemiş.

Bizim gibi çocuklar zor büyür, kolay ölür. Geriye oturma odasının duvarında, ya Gümüşhaneliler Vakfı’nın bastırdığı takvimin ya Hz. Ali’nin resminin ya da siyah kumaşa sarı simle işlenmiş besmelenin yanında bir çerçeve içinde fotoğrafımız kalır. Askerde çektirmişizdir, elimizde gül… Ya da okulda… Önümüzde kalem kutusu, sayı boncuğu… Elimizde, yan sınıftaki çalışkan kızın süslü kalemi…
Bizim gibi çocuklar kolay ölür. Çünkü kimsemiz yoktur. Kardeşimizin liseden kalma, üzerinde Beşyüzevler Lisesi yazan bordo süveteriyle işe giderken yarı yoldan döndürülüp “Hüseyin abi bi’ gelsene” denilen babamızla, çay bardağını kalbine bastırmış camdan bakarken, kalabalığı görüp evden fırlayan annemizden başka hiç kimsemiz yoktur.

Bize vuran kaçar. Bizi döven bulunamaz. Bizi; elma soyarak, sobaya kömür atarak, kalemlerimizi her akşam bıçakla sivrilterek büyüten babamız, yemeğe kavurduğu kıymadan ekmeğimize koyup veren, yoğurdu sıcak suya oturtup ılıtmadan yedirmeyen, yakalığımızı bağlayan, 23 Nisan’da şiirimizi dinlemeye gelen annemiz kalakalır. Acıdan uyuşur. Ağlamaktan kurur. Üzüntüden erir.

Camları buzlu, demirleri maviye boyalı kapılardan, feryat figan anneler çıkar, kederden küçülmüş babalar girer. Ümraniye’de, Okmeydanı’nda, Gülsuyu’nda, Kartal’da, Sarıgazi’de binlerce evin soba isinden rengi dönmüş yeşil duvarlarında, bakkaldan alınan ekmek, köyden gelen peynir ve cuk cuk cuk öpücüklerle büyütülmüş bir sürü çocuğun fotoğrafları asılıdır.

Hiç büyümeyecek, âşık olamayacak, erik çıkasıya tadamayacak, karpuzlar olasıya ısıramayacak, kuzeninin düğününde oynayamayacak, matematikten 5 alamayacak, köye gitseler mesela yazın, artık gelemeyecek, adının yazdığı bir üniversite sınavı sonuç belgesi olmayacak, sahile inip balık ekmek alsalar onun için bir de soğansız söylenmeyecek bir sürü çocuğun fotoğrafı...

O evlere giden sokaklar, duvarlardaki yazılar, havadaki bahar, kavrulmuş soğan ve kömür kokuları, kapı önlerinde oturup çocuklarını bekleyen anneler, pazarda beş liraya satılan penye eteklerin üzerine kendi ördükleri yelekleri giyen genç gelinler, patatesli kıymalı pideleri üst üste dizen Barış Börekevi, Arkadaş Çayocağı, Erenler Kırtasiye, Sevgi Tuhafiye, Munzur Kıraathanesi, ‘her şey bir milyon’cular, torununu okuldan almış gelirken sırtına küçük pembe çantalar asmış yaşlı dedeler, mütemadiyen çalan kornalar, ışıl ışıl Tekel bayileri, gençlerin önünde sigara içtiği düğün salonları, spot eşyacılar, peynirciler, el arabasında kıvırcık salata, taze soğan satanlar, kediler, köpekler, bebekler… Hepsi bilir. Bizim çocuklarımız zor büyür, kolay ölür. Çünkü bizim kimsemiz yoktur.

Galiba o iş öyle değil. Biz aslında çoğuz. Yalnız değiliz. Maviye boyalı demir kapımızı kimse çalmaz, süveterli sırtımıza kimse dokunmaz, bizi öldürürsünüz olur biter sanıyorsunuz. Öldürür bir kenara atarsınız, sesimizi çıkarmayız diye biliyorsunuz. Ama o iş öyle değil.
Berkin’in cenazesi; o sıvasız, çatısız evlerde doğan, kapının önündeki betonda oynayarak büyüyen çocuklarla doluydu.
Biz yavrularımızı zor büyütüyoruz, adlarını ne koyalım diye günlerce düşünüyoruz, teyzesi patik örüyor, anneannesi yelek… Zıbın ütülüyoruz, ablalarından kalan battaniyeyi yıkıyoruz, komşunun beşiğini alıyoruz, okuldan beş dakika geç kalsa yüreğimiz ağırlaşıyor, gözünün içine bakıyoruz, siz bir anda canını alıyorsunuz, yeter artık, diyen binlerce insanla birlikte, evleri Berkinler’in evine, kapıları Berkinler’in kapısına, mahalleleri Berkinler’in mahallesine, anneleri Berkin’in annesine, babaları Berkin’in babasına benzeyen bir sürü çocuk oradaydı.

Üzerimize biber gazı sıktınız, bizi suyla boğmak istediniz. “Kişi kötü demeyelim, işi kötü diyelim. Bağışlamak en büyük emek” deyip geldiğimiz yerde acımızı yaşamamıza izin vermediniz. Ama Berkin’in cenazesinde sel olup akanların bir bildiği var. Şimdi biz, öldüremediğiniz çocuklar, evlerinin duvarlarında asılı ölü abilerinin, ablalarının fotoğraflarına bakarak büyüyen çocuklar, büyüdük ve soracağımız hesaplar var.

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp