Top
22/11/2013

Huzursuzluğun sebebi ne?

Türkiye’nin iki gündemi var. Biri sabit: Laiklik, Kemalizm, Kürt meselesi, Alevi meselesi, gelir dağılımı adaletsizliği vb. İkinci gündem perakende!.. Yani duruma göre bazen önemli/ önemsiz konular. Kürdistan’a Kürdistan denmesinin ihanet sayılıp sayılmayacağı konusu mesela. Kız ve erkek öğrencilerin yurt ya da binalarda nasıl barınacakları veya barınamayacakları, kadın milletvekillerinin pantolon giyip giyemeyecekleri vs. türünden konular. İkinci listenin sık sık ana gündemin önüne geçtiğini, bunun da çoğu zaman siyaset tarafından ana gündemi perdeleme amacıyla kullanıldığını da biliyoruz.

Sonuç malum: Türkiye temel meselelerini zaman zaman masaya taşıyıp çözüm gerektiği üzerine konuşsa bile ya ‘bir arpa boyu’ yol kat ettikten sonra tartışmaktan/düşünmekten yılıp dikkatini ikinci listeden seçtiği bir mevzuya çeviriyor ya da siyaset kültüründe uzlaşma diye bir kavram bulunmaması sebebiyle rekabetin zorunlu kıldığı ertelemeler yüzünden çözümü erteliyor, zaman ve enerji kaybediyor.
Gerçek şu ki Türkiye geldiği noktada bir yandan temel meselelere el atıp nihai çözüm noktasına taşıyamamaktan, diğer taraftan çözüm yolunda kat edilen mesafenin küçümsenemeyecek boyutta olmasından rahatsız. Yani bir bakıma eski duruma geri dönemeyecek kadar ileri çıkmış olmaktan rahatsız!

Tayyip Erdoğan’ın Mesut Barzani’yle birlikte Diyarbakır’ı ziyareti, Büyükşehir Belediyesi’ne gidişi, Şivan Perver ve İbrahim Tatlıses’in sergilediği barış tablosu ne yazık ki binlerce genç hayatını dağda taşta kaybettikten sonra gerçekleşebildi.

Bir diğer temel meselede medyadan, liberal/aydın katından yansıyan havaya bakarsanız ülkede son 11 senenin hiç yaşanmamış olduğuna hükmedebilirsiniz. Keza Tayyip Erdoğan adında yeni bir siyasetçinin zuhur ettiğine, insanların onun ne yapmak istediğini bilmemeleri dolayısıyla tereddüt içinde olduklarına; şeriatçı olup olmadığı konusunda karar veremediklerine de! Nihayet onun başörtüsü, içki, kız öğrenciler, doğum kontrolü, evlilere üç çocuk önerisi türünden konularda söyledikleri ya da “Dindar nesil istiyoruz” benzeri beyanlarıyla gerçek niyetinin ipuçlarını açığa vurmuş sayılıp sayılamayacağını da düşünebilirsiniz.

Durumu doğru anlamak için filmi biraz geriye sarmamız lazım.

Türkiye ahalisinin ezici çoğunluğu asırlar öncesinden bugüne Müslüman. Yani bu coğrafyada İslami duyarlılık Tayyip Erdoğan’la ortaya çıkmış bir durum değil. Aynı şekilde toplumun inancına ters düşmeyen şekilde idare edilme isteği de. Nitekim ahali bu taleplerinin karşılığı olduğu için fıkhi açıdan uygun olup olmadığını tartışmaksızın sadece ‘İslam’la çelişmediği’ne bakarak idare tarzı olarak cumhuriyeti ve cumhuriyetin ifade ettiği manayı hayata geçirmenin gereği olarak demokrasi itirazsız benimsedi.

Burada unutulmaması gereken önemli husus Türkiye toplumunun tarihinin hiçbir döneminde softa olmadığıdır. Türk toplumu her zaman inançlı, inançlara saygılı oldu. Ancak dindarlığını ahlakçı, meşrep farklılıkları karşısında hoşgörülü bir anlayış çerçevesinde yaşayageldi. Ve modernleşme tarihi boyunca halkın ezici çoğunluğunun tek kaygısı, dayandığı değerler manzumesi manasında muhafazakârlık ve o bağlamda ‘özü yitirmek’ oldu. Ziya Paşa’nın ‘İslam imiş devlete pa-bend-i terakki / Evvel yoğ idi işbu rivayet yeni çıktı/ Milliyyeti nisyân ederek, her işimizde/ Efkâr-ı frenge tabiiyyet yeni çıktı’ diye yakındığı haldir bu. (= İslam imiş devletin gelişmesinin önündeki engel, bu dedikodu yeni çıktı/ Mensup olduğumuz milletin değerlerini unutup her işte Batı düşüncesine uymak da yeni çıktı.) Nitekim ‘Tanzimat edebiyatı’ dediğimiz yazım döneminin özeti de Batılılaşma serüvenimize ilişkin tartışma, Batı’yla yakınlaşmada ‘endazeyi kaçırışımıza’ aydın katından gelen itirazdır… Recaizade’nin ‘Araba Sevdası’nda Bihruz Bey; Ahmet Midhat Efendi’nin ‘Felatun Bey ve Rakım Efendi’sinde Felatun Bey; Namık Kemal’in ‘İntibah’ında Ali Bey vb. hikâye anlatmaktan öte ‘alafranga züppe’likten rahatsızlığı yansıtmak maksadıyla çizilmiş karakterlerdir. Tarihçi kimliğinin ötesinde tarih yorumcusu olan Prof. İlber Ortaylı, Tanzimat’ın ünlü üç paşasından biri olan Fuad Paşa’nın ‘Mahşer Midillisi’ lakabıyla maruf yeğeni Kamil Bey’i anlatırken onun rokfor peyniri yemeden sofradan kalkmamayı ‘Frenk uygarlığı’ zannettiğini; Fransızcayı çok az bildiği halde, devamlı Fransızca deyimler kullandığını nakleder…

Günümüz sıkıntılarının kaynağını anlamak için ise İttihat Terakki iktidarı ve 1. Dünya Savaşı yenilgisinin ardından saltanat ve hilafet makamını kurtarmak için başlatıldığı açıklanan Milli Mücadele sonrasında yaşananlara bakmak lazım… Bizzat Mustafa Kemal Paşa’nın Balıkesir Zağanos Paşa Camii’nde okuduğu hutbede “Kanunu Esasi (= anayasa) Kur’an-ı azim ü şandır” diyerek çizdiği çerçeveyle kitlelerin desteğini alan Milli Mücadele’nin, zaferin ardından gerçekleştirilen rejim değişikliği ve daha önemlisi toplumsal belleği hedef alan devrimlerle halkın önemli bir kesiminde kandırılmışlık duygusu uyandırdığı inkâr edilemez.

Günümüzde yaşadığımız sıkıntının temelinde var olan tablo işte budur.

İmparatorluktan tevarüs ettiğimiz ‘batılılaşma’ tartışmasına cumhuriyetin o zamana kadar modernite adına ortaya atılmış ne kadar öneri varsa tamamını kanun zoruyla gerçekleştirmeye yönelmesinden kaynaklanan rahatsızlığın ve itirazların kaale alınmayışının toplum vicdanında meydana getirdiği küskünlüğü yaşayarak bugüne geldik. Aradan geçen onca yıldan sonra çarkları geri çevirmek yerine küskünlükleri giderici bir dengelemenin demokratik çerçevede nasıl gerçekleştirilebileceğini bulmak zorundaydık.

Turgut Özal’la başlayan, sebep olduğu olumsuzluklar yanında toplumda uyandırdığı demokratik bilinç ve talepten ötürü “Bir musibet bin nasihattan evladır” sözünü düşündüren 28 Şubat felaketiyle devam eden sürecin nihayetinde sistemi yeniden inşa yoluna girdiğimizi ve bu yolda geri dönemeyecek kadar mesafe kat ettiğimizi söyleyebiliriz. Rahatsızlık duyulan tablo 1924 sonrası şekillenip zamanla cumhuriyet normuna dönüştürülen alışkanlıklar sebebiyle üstü örtülen maziye ait izlerin kısmen gün ışığına çıkmasından ibaret. Mecelle kaidesidir “Mani zail olunca memnu avdet eder.” Yani engel ortadan kalkınca olması gerekene dönülür. Teknoloji çağının dilinde söylersek ‘fabrika ayarlarına dönüş’tür bu. Toplum kültürel kodlarında olanı benimser, içselleştirir. O nedenle cumhuriyete, demokrasiye kimsenin itirazı yok… Laikliğe gelince ilkeye ‘hayır’ diyen yok. Rahatsızlık uygulamaya. Yani devletin insanların inanç alanına hoyratça müdahalesine… Somut durum Alevilerin başında… Cemevlerinin statüsünden tutun ‘dede’lerin durumuna kadar bir dizi dert çözüm bekliyor. Buna Caferi cemaatinin okul ihtiyacını, kördüğüme dönüşen Heybeliada Ruhban Okulu’nu vs. de ekleyebilirsiniz.

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp

Yazarın Diğer Yazıları