Top
07/01/2023

Hem silahşor hem matrakçı

Silahşorluğu ve kendi adını verdiği oyunla anılan Matrakçı Nasuh’un eserleri tarihe olduğu kadar şehirciliğe de ışık tutuyor. Bu eserlerden “Sefer-i Irâkeyn-i”, bulunduğumuz coğrafyada oluşan şehirler ve şehircilik açısından birinci elden kaynak niteliğindedir.

Hem silahşor hem matrakçıMatrakçı Nasuh’un bulduğu kendi adıyla anılan “Matrak oyunu”nun anlatımı. 

Hayatı hakkında çok az bilgiye sahip olduğumuz, nerede, hangi tarihte doğduğu bilinmeyen, buna karşın kendi buluşu “Matrak oyunu” sebebiyle “Matrakçı” bazı kaynaklarda ise “Silahşor” unvanıyla anılan “Matrakçı Nasuh”un kendi ifadesiyle babasının adının “Abdullah”, dedesinin adının ise “Karagöz” ve ailesinin Bosnalı olduğunu biliyoruz. Muhtemelen babası veya dedesi devşirme olan Matrakçı Nasuh, küçük yaşta saraya alınır ve Sultan II. Bayezid (1481-1512) döneminde Enderun’da eğitim görür.

Matematik eserleri

1517 yılında matematiğe ait ilk eseri, “Cemâlü’l-küttâb ve kemâlü-l hüssâb”ı yazmış olan Matrakçı Nasuh’un aynı zamanda iyi bir silahşor olarak ün kazanmaya başladığı bilinmektedir. Osmanlı İmparatorluğu’nda eşine rastlanmayan üstat bir silahşor olarak methedenlerin yanı sıra Kanûnî Sultan Süleyman’ın 1529 yılında kendisine verdiği berat da onun bu yeteneğini doğrulamaktadır. Kanûnî Sultan Süleyman’ın emriyle Muhammed bin Taberî’nin (839-923) ünlü eseri “İslâm Tarihi”ni Arapçadan Türkçeye çevirmeye başlayan Matrakçı Nasuh’un aynı zamanda silahşorlukla ilgili “Tuhfetü’l-Guzât” isimli bir eser kaleme aldığı da bilinmektedir.

Hem silahşor hem matrakçıMatrakçı Nasuh’un kitabında yer alan “İstanbul” görünüşü çok ilginçtir, henüz Şehzade ve Süleymaniye Külliyeleri’nin yapılmadığı dönemdeki şehir oldukça yoğundur.

İki albüm

Matrakçı Nasuh’un günümüze ulaşan eserleri arasında özellikle üç tanesi içerdiği renkli görüntüler açısından çok önemlidir. Bu eserler, Kanûnî Sultan Süleyman’ın 1533-1536 tarihli İran Seferi ile 1538 yılında çıktığı Karaboğdan Seferi sırasında ordunun konakladığı menziller ve yol üzerinde bulunan şehirleri anlatan minyatürler ile 1543 Seferi dolayısıyla kaleme aldığı, “Târîh-i Feth-i Şikloş, Estergon ve İstolni Belgrad”dır.

Sefer-i Irâkeyn-i

Tam adı “Beyân-ı Menâzil-i Sefer-i Irâkeyn-i Sultan Süleyman Han” olan eser, Matrakçı Nasuh’un 1533-1536 yılları arasında çıkılan ilk İran Seferi sırasında konaklayıp göçülen menzillerin resimlerini içermektedir. Bu eserde bulunan menzil resimleri, sembolik olmaktan çok genellikle şehir, kasaba, köy ile diğer konak yerlerini doğru ve asıllarına uygun şekilde göstermesi açısından çok önemlidir. Başta Galata olmak üzere İstanbul, Diyarbakır, Tebriz, Sultaniye ve Bağdat gibi şehirlerin görüntüleri günümüzde gerek sanat gerekse mimarlık tarihçilerinin ilgisini çeken değerli gözlemler içermektedir. Matrakçı Nasuh’un bu eseri aynı zamanda bulunduğumuz coğrafyada oluşan şehirler ve şehircilik açısından da birinci elden kaynak niteliğindedir.

Yola çıkış

Kanûnî Sultan Süleyman, 9 Haziran 1534 günü ordusuyla birlikte İstanbul’dan hareket eder. İki yıla yakın bir süre sonra 8 Ocak 1536 günü İstanbul’a geri döner. Yazmadaki çizimlerin tarihleri konusunda birbirinden farklı bazı kabuller bulunmaktadır. İlk çizimlerinden biri olan “İstanbul ve Galata”, Osmanlı İmparatorluğu’nun başkentinin topoğrafik ve mimari özelliklerine dair önemli bilgiler vermektedir. Bazı yapıların çatı örtülerinin kurşun (gri) kaplı bazı yapıların da kiremit (kırmızı) kaplı gösterilmeleri gerek anıtsal gerekse saraya ait yapıların tanınması açısından önemli bir ayrıntıdır. Benzer şekilde taş yapıları belirtmek için gri renk, tuğla veya kerpiç yapıları belirtmek için de beyaz ya da sarı renk kullanmıştır. Yan yana iki sayfada sunulan “İstanbul ve Galata” çiziminin sağ sayfasında “İstanbul”, sol sayfasında ise “Galata” görünüşü yer almaktadır.

“İstanbul” görünüşü

Sağ sayfada yer alan “İstanbul” görünüşü çok ilginçtir, henüz Şehzade ve Süleymaniye Külliyeleri’nin yapılmadığı dönemdeki şehir oldukça yoğundur. Suriçi’nin hemen her noktasında anıtsal yapılar bulunmakta, oldukça yoğun iskân bu yapıları çevrelemektedir. İstanbul görünüşünün sol üst köşesinde, üç avlu çevresinde oluşan Yeni Saray ve onun girişini oluşturan Bâb-ı Hümâyun, şehrin nerede ise tam ortasında, yüksek duvarlarla çevrelenmiş Eski Saray’ın yanı sıra Ayasofya, Fatih Sultan Mehmed Camii ve Sultan II. Bayezid Camii ilk bakışta dikkat çeken yapılardır. Bu üç caminin de iki minaresi vardır, bir diğer iki minareli cami daha küçük olarak çizilen Yavuz Sultan Selim Camii’dir. Ayasofya’nın hemen sağına doğru yer alan kiremit örtülü büyük yapının Zeuxippus Hamamları olduğu düşünülmektedir. Anlaşılan XVI. yüzyılın ilk yarısında bazı yapılar hâlâ ayakta durmaktadır. Zeuxippus Hamamları’nın sağına doğru, üzerinde Dikilitaş, Yılanlı Sütun, Örme Sütun gibi simgesel öğeler ile Spendon’un bir bölümünün yer aldığı Hipodrom görülmektedir. Hipodrom’dan cephe alan ve çatısı kurşun kaplı büyük yapının o tarihlerde İbrahim Paşa tarafından saray olarak kullanıldığı bilinmektedir. İlginç bir detay olarak da Fatih Sultan Mehmed Camii ile surlar arasındaki bölümde yer alan Dikilitaş’a dikkat çekmek isterim.

“Galata” görünüşü

Sol sayfada yer alan “Galata” görünüşü de ilginç özellikler içermektedir. Gerek Buondelmonti’nin XV. yüzyılda çizdiği İstanbul görünüşünde gerekse yazılı kaynaklarda belirtildiği şekilde Galata Surları kendi içinde üç bölüme ayrılmaktadır. İskânı çevreleyen surların özellikle deniz bölümünde yer alan kulelerinin hemen hepsinin kurşun kaplı birer külâhı bulunmaktadır. Surların orta bölümünde çatısı kurşun kaplı, tek minareli Arap Camii ile sol bölümün içinde yer alan biri beşik çatılı, diğeri kubbeli iki cami görülmektedir. Galata iskânının günümüzde bile pek farkına varılmayan önemli bir özelliği Fatih Sultan Mehmed’in, bu iskânın gelişmesine karşı aldığı tedbiri göstermesi açısından dikkat edilmesi gereken bir noktadır. Görüldüğü gibi Galata iskânının Boğaza doğru uzandığı bölümde Tophane Binaları, Haliç’e doğru uzandığı bölümde ise Tersane yapıları yer almaktadır. Galata iskânının deniz kıyısı boyunca yayılmaması için alınan bu tedbirin üzerinden yüz yıllar geçse de çoğu kişi farkında değildir.

Galata çiziminin sol yanında dar bir kıyı şeridi ile çifte minareli Eyüp Sultan Camii, sağ yanında ise hiçbir anıtsal yapının bulunmadığı Üsküdar iskânı görülmektedir. Özellikle Galata Surları’nın dışındaki alanlarda seyrek bir yerleşim (Galatasaray Acemi Oğlan Mektebi, Okçular Tekkesi, Galata Mevlevihânesi gibi) olduğu, büyük bir bölümünün ağaçlarla ve çayırla kaplı olduğu görülmektedir. Bu arada dikkatimizi çeken ilginç bir detay da Haliç’in başlangıcına doğru görülen tek açıklıklı köprüdür.

Bu şehr-i İstanbul ki

İçinde yaşamakta olduğumuz şehir çoğu kez belirtmeye çalıştığım gibi herhangi bir şehir değildir. Gerek kuruluşu gerekse zaman içindeki gelişimi konusundaki yalan yanlış bilgiler bizi yanıltmakta ve şehrin gelişimi hakkında doğru ve güvenilir kararlar almaktan alıkoymaktadır. Halbuki bu şehrin geçmişine dair elimizde yazılı belgelerin yanı sıra çok sayıda görsel belge de bulunmaktadır. Bu görsel belgeleri yazılı belgelerin de yardımı ile çözümlememiz ve gelecek oluşturmak için değerlendirmemiz gerekiyor. İstanbul dünyanın hemen hiçbir şehrinde olmadığı kadar önemli pek çok kültür varlığına sahiptir. Dünya yüzünde Neolitik dönem yerleşmesine sahip kaç şehir var, hiç düşündük mü? Bütün mesele bu zenginliği değerlendirecek ve onu pazarlayacak bilgi birikimine sahip yönetici sıkıntımızdır. Elimizde büyük bir birikim ve sermaye var, ancak bürokrasi bunun farkında değil, bürokrasinin yönettiği yöneticiler ise şehirlerimizi ne yazık ki tanımıyor. Konuya vakıf olan ve çeşitli çözüm üretenler ise görmezden gelinmekte olup büyük bir birikim üzerinde debelenip durmaktayız. Çözümsüzlük sanki çözüm olmuş gibi…

“Bu şehr-i İstanbul ki bî mislü behâdır Bir sengine yekpâre Acem mülkü fedadır.” Nedim

Nurhan Atasoy, “Silahşor, tarihçi, matematikçi, nakkaş, hattat Matrakçı Nasuh ve Menazilname’si”, İstanbul, 2015.

Walter B. Denny, “A Sixteenth-Century Architectural Plan of İstanbul”, Ars Orientalis, VIII, Berlin, 1970, p. 49-63.

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp