Top
Gökçer Tahincioğlu

Gökçer Tahincioğlu

yuzlesme@milliyet.com.tr

29/09/2013

Sevsen de sevmesen de ölsen de suçlusun...

Ne kadar ilk imzalayan ülke olsanız da Avrupa Konseyi Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Konseyi’nin sözleşmesini, bileklere ne kadar alarm zilleri, ayaklara ne kadar pranga takarsanız takın, öldürülen bir kadının önce mahkeme salonlarında suçlu gibi yargılanıp, sonra da asılmasını engelleyemiyorsunuz bu ülkede.  
Beyinlerde “kadın” denildiğinde öten alarm zilleri, vicdanlara ve adalete vurulan prangalar, baskın geliyor imzalanan bütün o sözleşmelere.
Misal, bir mahkeme, ister dürüstçe başkasını sevdiğini söyleyip ayrılmak istesin, ister öfkeyle, “Başkasını seviyorum dediğimi mi duymak istiyorsun?” diye haykırsın, kadınların “namus belasına” öldürülebileceğini ve onları koruma yükümlülüğü olmadığını savunuveriyor kolayca. Ve bir telefona sahip olmasını, “namussuzlukla” eşdeğer gördüğünü yazabiliyor tutanaklara.  

Bir hayatım olsun
Zülfiye Öztürk, 15 yaşındaydı dünyayı tanımak zorunda kaldığında.  
“Kadınlık yapmak” zorunda kalan bir küçük kızdı ve bu, bütün çevresine göre fazlasıyla olağandı.
Dünya yine döndü, yine sabah oldu ve yine akşam. Ne zaman geçtiğini anlamadığı 20 yıl geçti.
O zamanlar, 35 yaşında, kara gözlü oğlunun önünde öldürüleceğini, 20 yılının mahkemede didik didik edileceğini ve suçlu ilan edileceğini bilmiyordu elbette.  
30’lu yaşlara geldiğinde ilk kez çalışmak istedi. Önce Kızılay’da bir işe girdi. Kocasının kıskançlıklarına dayanamayıp ayrıldı. Bir süre sonra kardeşi haber verdi. Etlik’teki bir hastanede temizlikçi arıyorlardı. Kocası da izin verince, güle oynaya gitti.  
Birkaç kez ilk kez kendi parasıyla bir şeyler alabilmenin heyecanıyla geç döndü eve. “Geç” denilen saat, kocasından 15-20 dakika sonraydı. Zaten hangi saatin geç olduğuna karar verme hakkı olmayan kadınlardandı.

Ölüme giden ‘evet’
Arkadaşlarına, kardeşlerine, kocasının kendisini sürekli dövdüğünü anlatıyordu. Eşinin alkol alıp dayak attığını, dayanacak hali kalmadığını.  
Kocası ise ikinci işinde de başlamıştı “beni aldatıyorsun” çıkışlarına.  
Kaçıp kardeşlerine sığındı birkaç kez, her seferinde yeniden eve dönmek zorunda kaldı.
Öyle yorulmuştu ki, kocası duymasın diye arkadaşlarıyla konuşmalarını bile evinin balkonundan yapıyordu. Bazen.
Kocasına göre ise aldatıldığının en büyük kanıtıydı bir gün elinden zorla aldığı o telefon.  
Nihayet ayrılmaya karar verdi kocasından, evden ayrılıp kardeşine gitti, avukata başvurdu.  
Tazminat istiyordu.  

Kocası değil, o yargılandı
Kocasının tuttuğu avukatla konuştu, avukat bu durumda aldatma iddiasının mahkemeye taşınabileceğini anlattı. Anlaşmalı boşanmaya karar verdi. 
Kocasıyla avukatın ofisinde buluştuğunda, “evimize dönelim” teklifine gözyaşları içinde “evet” dedi.
Eve dönerken çantasında çalan telefon ise sonu oldu. Zülfiye Öztürk, 17 Eylül 2012’de, kocasının el koyduğu telefonun yerine yenisini aldığı için, Ankara Mamak’ta oğlunun gözleri önünde iki şarjör kurşunla öldürüldü.
Duruşmalar başladı. O “küçücük” oğlu, babasının balkonda telefonla konuşulmasından ne kadar rahatsız olduğunu anlattı.  
Akrabaları, nasıl dayak yediğini, koca tarafından akrabaları ise az dayak atıldığını.  
Aynı yastığa baş koyduğu adam, aldatıldığı için ne de haklı olduğunu. Karısının başkasıyla cinsel ilişkiye girmediğini ancak biriyle duygusal yakınlık kurduğunu, öldürmeden hemen önce telefon nedeniyle tartıştıklarını, “Başkasına aşığım dememi mi istiyorsun geri zekalı” denildiğinde kendisini kaybettiğini.
Öldürülen diğer bütün kadınlar gibi sanık olan Zülfiye Öztürk’tü.  
Mahkeme, o telefonun araştırılmasına karar verdi, iş arkadaşlarını sorguladı, komşularından sordu namusunu.
Bir şey çıksa da fark etmezdi ya çıkmadı.

Mahkemenin görevi yokmuş
Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesi, bu davada önce eşini öldüren Musa Öztürk’ün eşinden ters ilişki istediğini, geçmiş yıllarda dövdüğünü, son yıllarda ise çalışmasına izin vermediğini kayıt altına aldı. Bunlara karşılık Zülfiye Öztürk’ün balkonda telefonla konuştuğunu, gizlice telefon edindiğini.
Birkaç gün önce bitirdiği gerekçeli kararına, sadece eşini öldüren Musa Öztürk’ün beyanları doğrultusunda şunları yazdı:
“Eşlerin sadakat yükümlülüğü vardır. Sadakatin sorgulanmasından ve şüpheye neden olacak davranış ve eylemlerden kaçınmak zorundadırlar. Maktule Zülfiye’nin eylemleri sadakat yükümlülüğüne aykırı davranışlardır. Kuşkusuz ki hiçbir davranış insan öldürmeyi haklı kılamaz. Ancak haksız davranışlar yargılamada mutlaka değerlendirilmelidir. Maktulenin avukatları, bu davranışları reddetmiş, ancak bunlar olsa da haksız tahrik indirimi yapılamayacağını, olayın tipik bir kadın cinayeti olduğunu, cinayetlerin önüne geçebilmek için en ağır cezanın verilmesi gerektiğini söylemiştir.
Mahkemelerin suçları önleme yükümlülüğü yoktur. Görevi, eylemleri değerlendirip, karar vermekle sınırlıdır. Sırf kadın cinayetlerini engellemek için sanığa daha fazla ceza verilmesi veya haksız tahrik indirimlerinin uygulanmaması beklenmemelidir. Beklenmesi dahi düşünülemez..”  
Musa Öztürk’ün ağırlaştırılmış müebbet cezası önce tahrik indirimi ile 24 yıla, sonra iyi hal indirimi ile 20 yıla indi.
Mamaklı kadınlar ve Mamak Halkevi, o öfkeyle bir parka adını vermek isteseler de uygun     görmedi belediye. Bir levhaya yazıp adını, dikiverdiler bir parkın     bahçesine.
Yaşamı kadar kısacık kaldı o levha orada. Zabıta hemen kaldırdı.  
Panik butonuna basılmış erkeklerin dünyasında bir Zülfiye Öztürk vardı. 

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp

Yazarın Diğer Yazıları