Top
Naci Cem Öncel

Naci Cem Öncel

noncel@hurriyet.com.tr

21/06/2023

Kadının ‘soyadı’ hakkı

KADININ soyadı seçebilmesi için ya kocasının akıl hastalığı ile malul olması veyahut kocası ölmüş ve kendisi evlenmemiş ve çocuk sahibi bulunması lazım geldiği izah edilmiştir.*Günümüzden tam 89 yıl önce, yani 21 Haziran 1934 tarihli TBMM oturumunda, soyadı kanunuyla ilgili görüşmeler yapılıyordu. Yeni yasayla birlikte artık her “aile reisi” bir soyadı belirleyecekti. Evli kadınlar ise kocalarının soyadına tabi olacaktı. “Kadının soyadı seçebilmesi” konusu açıldığında vekiller meseleyi yukarıdaki şekilde tarif etmişlerdi. Bir kadının kendi soyadını belirlemesi ancak çocuklu-dul veya kocasının “akıl hastası” olması durumunda mümkündü.*Ne gariptir ki, “hangi soyadlarının uygun, hangilerinin uygun olmadığı” Meclis’te ayrıntılı tartışmalara yol açarken, tamamı erkeklerden oluşan Meclis, kadınların soyadı seçme hakkı üzerinde pek durmamıştır. Çünkü vekillere göre mesele gayet açıktı: “Kadının, Medeni Kanun nazarında kendi başına aile ismini taşımakta hiçbir rolü yoktur.”90 YIL SONRAAnayasa Mahkemesi, geçtiğimiz 28 Nisan’da aldığı kararla Türk Medeni Kanunu’nun kadınlara erkeğin soyadını alma zorunluluğu getiren 187. Madde’sinin ilk cümlesinin Anayasa’ya aykırı olduğuna ve iptaline karar verdi. Buna göre 24 Ocak 2024 tarihinden itibaren kadınlar evlendiklerinde kocalarının soyadını almak zorunda olmayacaklar. Böylece bir kadın, “kocasının akıl sağlığı yerinde olsun olmasın” (!) hayatına mevcut soyadıyla devam edebilecek. Yani 90 yıl gecikmeli de olsa adaletsiz bir zorlama son bulacak.KOCANIN ADI YOKBu kararı, kadın hakları açısından “ilerici” bir adım olarak okumak mümkün. Ne var ki klasik dönem Osmanlı resmi kayıtlarında, kadınların kocalarının “soyadını” alması söz konusu değildi. Evlilik, kadının isminde bir değişikliğe neden olmazdı. Zira Osmanlı mahkemelerinde evli kadınlar, kocasının değil babasının ismiyle kayda geçirilirdi, “Ahmet kızı Fatıma (Fatıma binti Ahmet)” gibi. Miras kayıtlarında kadının evli olduğunun vurgulanması gerekse bile bu durum değişmezdi: “Durmuş’un zevcesi Fatıma binti Ahmet.” Yani kadın evli de olsa, dul da kalsa hep “babasının kızı” olmaya devam ederdi.*Oysa, Batı Avrupa kültüründe durum farklıydı. İngiltere’de 16. yüzyıldan itibaren kadının evlendiğinde kocasının soyadını alması zorunlu hale getirilmiştir. Bir kadının “evlilik öncesi doğum ismi (née)” kayıtlara eklense bile evlendiğinde kocasının “soyuna” geçmiş olurdu.UZUN BİR ADALET YOLCULUĞUTürkiye Cumhuriyeti, vatandaşlarını standart bir düzende nüfus kaydına almaya, onlara “nüfus cüzdanı” vermeye başladığında soyadı ihtiyacı daha belirgin hale geldi. Batı’daki kanunlar Türkiye’ye uyarlanırken evlilikte kocanın soyadını alma uygulaması da getirilmiş oldu. Elbette 89 yıl önce kabul edilen “Soyadı Kanunu” esasen “kadın karşıtlığı” gayesi taşımıyordu. Zaten aynı Meclis, sadece altı ay kadar sonra kadınların seçme ve seçilme hakkını anayasal güvence altına aldı. Kadınların 1930’da yerel düzeydeki siyasal düzene katılım hakkı, 1934’te her türlü düzeydeki katılıma dönüşmüştü. Ne var ki bu karar, erkek vekillerin -muhtemelen farkında bile olmadan- cinsiyetçi bir tavır sergiledikleri gerçeğini değiştirmez: “Kadının, Medeni Kanun nazarında kendi başına aile ismini taşımakta hiçbir rolü yoktur.” Nitekim kadınlar ancak 68 yıl sonra, 2002 yılında evlilik öncesi soyadlarını da tutma hakkına kavuştular. Tabii kocalarının soyadıyla birlikte kullanmak kaydıyla... Evlendiklerinde sadece kendi soyadlarını kullanmaları ise 2024’ten itibaren mümkün olacak.ÇİFTE STANDARTLARModern devlet anlayışı, “tüm vatandaşların eşit olduğu” iddiasını taşır. Ancak bu iddiayı hakkıyla uygulamak sanıldığından çok daha zor. 1930’larda olduğu gibi: Bir yandan kadını kocasına tabi görüp diğer yandan kadın hakları savunuculuğu yapmak... Modern devletler, yaklaşık 250 yıldır “eşit yurttaşlık” iddiasıyla çelişen uygulamaları ayıklamaya çalışıyor. Üstelik çifte standartlar sadece cinsiyetler arasında değil hayatın hemen her alanında var: Zenginle fakir, diplomalıyla alaylı, makam-mevki sahibiyle güçsüz arasında... Gelişmiş devletlerle geride kalan toplumlar arasında... Yani kadın-erkek arasındaki adalet, sadece “kadın hakkı savunucularının” değil, insanlığın her alanına yansıyan bir adalet ve hakkaniyet meselesidir.ADIMIZA YAKIŞIR OLSUNİyisi mi biz tarihteki örneklerden feyz alarak kendimize dürüstçe soralım: Bizden olmayanların haklarına da kendi haklarımız gibi bakabiliyor muyuz? Karşımızdakinin derdini anlamak için samimi çaba gösteriyor muyuz? Sözlerimizle davranışlarımız ne kadar uyumlu? Aynı şekilde, kanunlarla uygulamalar birbirini ne kadar tutuyor? Doğamızla medeniyet arasındaki dengeyi tutturabiliyor muyuz? Adımız, soyadımız hangisi olursa olsun... Bu sorulara en doğru cevabı verenlerin ülkesi, hiç şüphesiz yaşanmaya en layık ülke olacaktır.
Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp

Yazarın Diğer Yazıları