Gezi olaylarında hayatını kaybedenlerle ilgili davalar geçtiğimiz hafta gündemdeydi. Bu davalar beni 70li yıllara götürdü...
Adalet Ağaoğlunun 1973 yılında yayınlanan Ölmeye Yatmak adlı romanı aynı zamanda o acılı yılların da adını koyar gibiydi. 70lerde her yeni güne halk ve devrim için, memleketi savunmak, devleti korumak için uyanan gençler, ölmeye yattılar birer birer. Resmi rakamlara göre 1975-83 arasında siyasal içerikli silahlı olaylarda ölenlerin sayısı 5634tü. Yazıyla: Beşbinaltıyüzotuzdört insan. Çoğu üniversite, kimileriyse lise öğrencisi olan gençler... Hayatını kaybeden güvenlik görevlileri de genellikle gençtiler. Bunca kayba rağmen sloganlar hep dava uğrunda ölmenin onurunu, yüceliğini anlatıyordu: Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerde diyordu şarkılar. Ölenler mahallelerimizden ya da bilemedin yan mahalleden abiler, ablalardı; oğullar, kızlardı; kardeşler, akrabalar, arkadaşlardı. Yeniden doğan kimse olmadı içlerinden. Ölüme giderken, öldürürken elbette bostanlardan, bayırlardaki dut ağaçlarından toplamadılar silahları, bombaları... Ama ne silahları verenler tam olarak bilindi, ne de kimin kimi vurduğu... Kim kimi nasıl yargıladı, ne kadar zamanda yargıladı, doğru dürüst haberimiz ol(a)madı.
1983ten sonra da düşmedi bilançodaki rakamlar. Bu toprakların Güneydoğusunda, Doğusunda, dağlarında, şehirlerinde kök saldı; oradan Batıya, Kuzeye yayıldı şehitler ve de kahramanlar... 30 yılda (aşağı yukarı!) 35.300 kişi ölmeye yattı. Yazıyla: otuzbeşbinüçyüz insan. Büyük çoğunluğu gençti, hem de çok genç... Kimileri dağa taşa bayrak dikmek, kimleri gönderdeki bayrağı indirmemek uğruna çarpıştı. Yaşananların pek azı anlatıldı; ölenler isimlerinden çok sayılarıyla anıldı. Ne geri gelen oldu gidenlerden, ne yeniden doğan. Binlercesi elini, kolunu bıraktı toprağa, binlercesi yüreğini...
Yakın tarihten de öte, yaşanan tarih bu anlatılanlar. Ardı ardına gelen çatışmalar sadece kırk yılda kırkbindokuzyüzotuzdört kişiyi aldı aramızdan. Elbette herkes ölür günün birinde... Ama asıl soru şu olmalı belki de: Sevdiğiniz 1 kişi ya da tanımadığınız 40.934 fark etmiyor... Sayıyla ölçülebilir mi insan hayatı? Varsa eğer bir ölçüsü, tarihe geçmek için kaç kişi olmak gerek ya da kaç kişi ölmek? Soren Kierkegaard şöyle yazmış: Hayat ancak geçmişe bakarak anlaşılır, ama daima geleceğe doğru yaşanmalıdır. Öyleyse, geçmişe bakmaktaki asıl fayda yarının tarihini yazmaksa... Ölümü yüceltip gençleri ölüme gönderme döngüsünü kırmak zamanıdır artık... Artık bu ülkede zaman, yaşam hakkını onurlandırmanın, kanı değil canı yüceltmenin zamanıdır. İnsanı doğasıyla birlikte yaşatma zamanıdır artık. Hiç merak etmeyin, hiç korkmayın... 700 yıl önce Şeyh Edebalının dediği gibi: İnsanı yaşatırsanız devleti de yaşatırsınız. İnsanı yaşatırsanız, ne derin devlet kalır, ne de paralel devlet! Yeter ki gösterici, polis, muhalif, taraftar ayırmaksızın herkesin 1 insan olduğu unutulmasın; yasalar, yönetmelikler ve tabii uygulamalar bu doğruyu unutturmasın.