Top
27/08/2013

Savaşa giderken

GÖRÜNEN o ki bölgemizde hayli büyük bir savaşa, hesaplaşmaya doğru gidiliyor. Ve yine görülüyor ki çıkabilecek bir savaşta Türkiye'yi dışarıda tutmak artık pek mümkün değil.
Birinci Dünya Savaşı'nın bitiminde aslında "tüm barışları sona erdiren barış" imzalandıktan sonra bölgemiz hiç durulmadı, daima savaş korkusu oldu ve birçok savaş da yaşandı.
Türkiye yıllardır kendisini bölgemizin çalkantılarının dışında tutabilmişti. Peki o zaman bu defa neden bu kadar savaş tehlikesinin içindeyiz? Savaşa götürülen bir ülkenin vatandaşları olarak bu soruyu sorup cevaplar aramak hakkımız.
Aslında tüm barışları sona erdirmiş olan barışı imzalamaya giderken, ülkemizin lideri Atatürk büyük bir vizyon ortaya koymuştu. O barış sürecinde bölgemizde elde cetvel masa başında çizilen haritalarla oluşturulan ülkeler arasında barış olamayacağını, sorunların ileride artacağını ve bunların her an birbirleriyle çatışabileceğini görmüştü.
Çünkü o haritalar Washington'da, Londra'da çizilirken barışın hiç olmaması koşulu bu yeni ülkelerin ulusal genlerine yedirilmişti. Daha açık bir deyimle, savaş bu bölgeler için uzun dönemde planlanmıştı.
Atatürk hem bölgeyi hem kendi ülkesini hem de dünya liderlerinin düşünme biçimlerini iyi bildiğinden Türkiye'yi bu badirelerin dışında tutmak için bir vizyon ortaya koydu.
Türkiye'nin bu bölgede güç olarak var olabilmesi için etrafını saran ülkelere benzememesi ve Türkiye'yi onlara benzetmeye çalışan güçlere de karşı durması gerekiyordu. Türkiye'nin tek bir şansı vardı, o da eğer modern, seküler bir demokrasi olursa, Müslümanlığını bu çerçevede yaşarsa hem bölgesinin hem de dünyanın en güçlü ülkeleri arasında yer alabilirdi.
Bugünlerde herkesin pek de vurmaya, küfretmeye alıştığı Cumhuriyet'in ilk yıllarında bunun için gereken adımlar atıldı. Atatürk ancak modern, demokratik, seküler Müslüman bir Türkiye'nin ileride çıkması muhtemel savaşların dışında kalabileceğini ve bölgedeki ülkelerin kendi aralarındaki sorunları çözmek için de bir arabulucuya ihtiyaç duyacağını, onun da ancak Türkiye olabileceğini düşünüyordu.
Atatürk işte bu yüzden halifeliği hiçbir zaman kaldırmadı, sadece dönemin şartlarında halifeyi görevden aldı, bir kurum olarak halifeliği Türkiye Büyük Millet Meclisi bünyesinde koruma altına aldırdı.
Bunu böyle yaptı; çünkü yukarıda da dediğim gibi ileriki yılların değişen koşullarında Müslüman ülkeler arasında çıkabilecek anlaşmazlıklarda bir global arabulucuya ihtiyaç olacağını, ileriki dönemlerin değişen koşullarına uyum sağlamış ve o koşullara uygun fonksiyonlarla bir arabulucu otorite olarak canlandırılacak halifelik kurumunun bu fonksiyonu yerine getirebileceğini düşünüyordu.
Bu arabuluculuk faaliyetini bir tek Osmanlı mirasını omuzlarında taşıyan Türkiye
üstlenebilecekti. Eğer Türkiye bölgedeki farklılığını ortaya koyup modern, demokratik, laik ve Müslüman bir ülke olmayı başarırsa, Müslümanlığını bu çerçevede koruyup yaşatabilirse o zaman gerekirse halifelik kurumunu da devreye sokup bölgesel barışı sağlayabilecekti.
Atatürk burada güce dayalı liderliği değil manevi ideolojik liderliği düşünüyordu. AK Parti iktidarı ilk yıllarında demokrasiye, Avrupa Birliği reformlarına öncelik verirken bu fonksiyonu üstlenecek gibi görünüyordu.
Türkiye ancak demokratik, laik, modern bir Müslüman ülke olduğu, ülke markasını oluşturan bu dört öğeyi dengede tutabildiği takdirde bölgesinin büyük abisi olabilecekti.
O dört öğeyi vurgulama yapmak için tekrarlayayım: Türkiye farklılığını ortaya koymak ve bölgesinde güçlü olabilmek için demokrasi, laiklik, modernlik ve Müslümanlık öğelerini ulusal kimliğimiz içinde dengeli bir biçimde tutmak zorundadır.
AK Parti, iktidarının ilk yıllarında daha önceki iktidarlar döneminde laiklik lehine bozulan iç dengeyi tekrar kurmak için Müslümanlık ve demokrasi öğelerine abandı ve dört öğe arasındaki bozulmuş olan hassas denge tekrar kuruldu.
Bu normaldi, ama sonraki yıllarda AK Parti, Müslümanlık öğesine abanmaya başlayınca dört öğe arasındaki denge tamamen yıkılmaya başladı. Her düzeyde dinselleşme arttı. Dış politikaya da dinselleşme hâkim olmaya başlayınca Atatürk'ün en çok korktuğu şey oldu. Türkiye bölgesel, dinsel ve mezhepsel çatışmaların tarafı haline geldi. Böylece bölgesinde güç ve farklı olma şansını kendi eliyle itti. Arabulucu ülke olabilecekken arabozucu ülke konumuna itildi.
Bugün bence bölgemizde hâlâ Birinci Dünya Savaşı'nın bitmeyen hesapları görülüyor. O savaş sonunda imzalanan ve aslında "tüm barışları sona erdiren barış"ın açtığı yoldan ilerleniyor ve yeni bir savaş çıkması da maalesef kaçınılmaz görülüyor.
Türkiye bütün bunları önleyebilirdi. Modern, demokrat, laik ve Müslüman bir ülke olarak herkesi yola sokabilir ve bölgede saygı duyulan bir güç olabilirdi.
Ama gelinen noktada maalesef bu fırsat kaçırılmış görünüyor. Türkiye ancak tarafsız davrandığı takdirde sahip olabilecek gücü ve saygınlığını, birtakım takıntılar nedeniyle tamamen taraf olarak terk etmiş ve kendi Atatürk'üne de son darbeyi böylece vurmuştur.
Bunun sonuçlarına hep birlikte katlanmak zorundayız, başka çare yok. Yanlışların neye yol açabildiği bu aşamada da olsa görülür ve yanlışlardan bir şekilde vazgeçilir diye umut ediyorum. Güçlüleri tanıdığımdan bunun olacağını hiç sanmıyorum, ama yine de ummayı sürdürüyorum.

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp