Top
27/08/2010

ABD'de yaşasaydım ben de rahat 'evet' derdim veya 'demokratik şıklık'

Orhan Pamuk'un referandumda "evet" oyunu vereceğini açıklamasından sonra, "Keşke ben de New York'un o semtinde yaşasaydım gönül rahatlığıyla 'evet' diyeceğimi açıklardım" diye düşündüm.
Ancak biz Türkiye'de yaşamakta olanların, gönül rahatlığıyla verilecek "evet" oyuyla bir psikolojik sorunumuz var. Evetlerin yüksek çıkması durumunda, fırsatı bulduğunda otoriter/totaliter eğilimleri ortaya çıkıveren iktidarın sınırsız güce ulaşacağından korkuyoruz. Sınırsız güç, iktidarlara kendilerinin bile daha sonra pişman olacakları işler yaptırabiliyor.
Bir ara yayın yönetmeni olma talihsizliğine de düştüğüm ve bu memlekette güç sahiplerinin gücü nasıl kullanabildiklerine birinci elden maalesef şahit olduğum için, benim gözümde gücünü kullanmak açısından bu iktidar vukuatlıdır. Sınırsıza giden güç sahibi olması ise korkutucudur.
Ben burada yaşayacağımdan duygularım böyle.
Ama New York'un Upper West bölümünde yaşasaydım, bunları fazla kafaya takmazdım ve iktidarın neden evet denilmesi yolundaki sözlerine rahatlıkla inanırdım. Evetlerin fazla olması durumunda Türkiye'nin çok daha demokratik, çok daha özgürlükçü bir ülke olacağına kendimi de kolaylıkla inandırırdım.
Upper West Side'dan bakınca bu bana romantik bile gelebilirdi.
Kendim o durumda olsaydım olacakları anlatıyorum; kaldı ki siyasi konularda Orhan Pamuk çocuksu bir saflık içindedir. Roman yazarken bu yararlı tabii ki, o zaman sonuç fevkalade de oluyor ama ülke gündemi hakkında fikir bildirmeye gelince bu olmuyor.
Bunda suç sadece Orhan Pamuk'ta da değil, yaşamayı seçtiği bölge, insanı tuhaf biçimde fantastik siyasi hayallere çeken bir yerdir.

DEMOCRATIC CHIC
New York'un Upper West Side'ı, sosyal konumlarıyla hiç alakası olmayan siyasi tavırlar alan insanlarla doludur. Tümü nedense burada yaşamak için anlaşmış gibidirler.
Örneğin, burada çok sayıda zengin ve yaşlı Yahudi komünist yaşar. Üstelik bunlar aralarında Menşevikler-Bolşevikler olarak da bölünmüşlerdir, bazen aralarında sert tartışmalar da çıkar.
Bunları dinlerseniz, "Acaba Alice harikalar dünyasında mıyım" diye düşünmeye başlarsınız, ama onlar fikirlerinin doğruluğuna militanca inanmışlardır.
Havasından mıdır suyundan mıdır bilmem ama bölge, entelektüellerine tuhaf siyasi lafları daima ettirmiştir.
Yine bu bölgenin çocuğu olan besteci-yönetmen ve "West Side Story" müzikalinin bestecisi Leonard Bernstein, lüks evinde, bir dönemin ABD hükümetini silahlı güç kullanarak devirmeyi planlayan Siyah Panterler grubuna parti vermiştir.
Partiye New York'un tüm kaymak tabakası da katılmıştı. Aynı partide bulunan yazar Tom Wolfe, daha sonra bu partide ortaya konulan tavırla alay eden "Radical Chic" başlıklı yazısını da yazmıştır.
Orhan Pamuk'un tavrına da "Democratic Chic" demek mümkün. Şıklık olsun diye radikal olanlardan sonra bir de demokrat olanlar çıktı ortaya.
Ne oy verirse versin ama kendisinden bir ricam olacak; iki yıl sonra ülkeye kesin dönüş yaparsa çok da mutlu olurum.
Ben o zaman ülkeden kaçma kıvamına geleceğime emin olduğumdan oradaki evini ben kiralarım, merak etmesin.

MİT BAŞKANI GÖRÜŞMEYECEK DE KİM GÖRÜŞECEK
MİT Başkanı'nın İmralı'da Öcalan ile görüşme yapması, muhalefet tarafından eleştiriliyor. Bir diyalog söylemi var, bu görüşmenin de bir diyalog olduğu vurgulanıyor.
MİT başkanlarının hiçbir görüşmesi diyalog değildir; bu olsa olsa soruşturma veya en hafif deyimiyle insanı tartma olur.
Bu onların görev tanımında vardır. Tabii ki görecekler adamı, konuşacaklar ve tartacaklar, "Acaba işe yarar mı, ileride kullanabilir miyiz" veya "Kendisinden ne tür bilgiler alırız" diye bakacaklar.
Bunu anlamak, basit bir mantık gereği değil mi?
Ancak Türkiye'de siyaset, basit mantık kurallarına bile uyulmadan yapılıyor ne yazık ki.

'Yakınımdır' notlarına artık gerek yok
BİR Türkiye klasiğidir; üst düzey bürokratların ve milletvekillerinin elinde, üzerinde
"Yakınımdır, lütfen ilgilenin" yazan notlar görülür.
Artık bu notlara gerek kalmayacak. Bu tür notlar geçmişte kaldı. KPSS skandalının da bize gösterdiği gibi, yakınların görevlere dağıtılması ricaya filan gerek kalmadan artık sınav aşamasında otomatikman gerçekleştiriliyor.
Ayrıca bu yeni durum da bir Türk klasiği tabii ki. Ülkemizle ne kadar övünsek yeridir.

Eskiden dağ gibi adamdı
Ertuğrul Özkök de yaşlandı artık. Düşünsenize, New York'a gitmiş Four Seasons Oteli'nde kalıyor ve hayatın keyfini çıkaracağına oturmuş Türkiye'yi düşünüyor, düşünmekle de kalmıyor yazıyor da.
Eskiden olsa, ona o koşullarda Türkiye'yi düşündürmek mümkün değildi. Arada ben açacak olsaydım konuyu, "Keyfimi bozma Allah aşkına" derdi. O ortamda Türkiye'yi düşünmesi için ya büyük bir felaket yaşanması veya Hürriyet'in yayın yönetmenliğinden alınmış olduğu haberinin gelmesi gerekirdi. (Ki o dönemde bu onun için felaketin tanımıydı, başka tür felaket kavramı yoktu.)
Yaşlılık böyle bir şey işte. İnsanı yumuşatıyor, duygusallaştırıyor. Ona kaç kez dedim, "Özellikle New York'a gideceğin zaman beni de yanına al" diye, al da bak Türkiye nasıl tamamen unutulabilirmiş gör. Ben uçağa bindiğim an Türkiye'yi tamamen silerim kafamdan. Bu duyguyu öylesine içselleştiririm ki, öylesine derin unuturum ki ülkeyi, oralarda benim gazeteci olduğumu sanıp da birisi "Turkey" dediğinde aklıma sadece hindi gelir ve acıkırım, o kadar. Bu tavır insanı öyle dinlendiriyor ki, stresi öyle azaltıyor ki, stres ve yorgunluk gibi hasletlerimi geri kazanmam için bir an önce ülkeye geri dönmem gerekiyor.

Dünya çocukları
2010 FIBA Dünya Şampiyonasının ana sponsoru olan Ülker, bununla bağlantılı olarak harika bir projeye daha girişmiş durumda. FIBA üyesi 110 ülkeden biri kız biri oğlan iki basketbolcu çocuğu, istanbul'da ağırlıyorlar.
Çocukları bir arada Darüşşafaka'da görseniz, Birleşmiş Milletler'e geldiğinizi sanırsınız. 76 ayrı dil konuşuluyor ortamda. Zuhal Şeker Hanım, "Ne kadar büyük ve iyi bir işe imza attığımızı, çocukları burada görünce daha iyi anladım" diyor. Bu vizyonu nedeniyle Ülker'i kutluyorum. Zaten ürünleriyle global bir oyuncu olan Ülker, bu vizyona iyice ısınıyor.

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp

Yazarın Diğer Yazıları