Top
23/08/2010

İstihbaratçı aynaların vahşi ormanında

İstihbarat ve karşı istihbarat mesleğinde olanların sıkça düşebildikleri bir yerdir "aynaların vahşi ormanı".
Bu durum aynen derin dalgıçların bazen yukarıya mı çıktıklarını yoksa aşağıya mı indiklerini karıştırmaları durumuna benzer.
İstihbaratçı, işi gereği hayatı boyunca kendisi hakkında birçok hikâye uydurur, bazı olayları bizzat yaratır ama bir süre sonra neyin gerçek neyin kendi yarattığı olduğunu karıştırmaya başlar. Bu mesleği inceleyenlerin yakından bildikleri bir durumdur bu, bir tür hastalıktır.
Casuslar kendilerine perde olsun diye bazı hayat hikâyeleri kurgularlar. Bunlara İngilizce'de "legends" denir. Bazı casuslar gizlensinler diye birden çok "legend" de oluşturabilirler. Bunu öylesine içselleştirebilirler ki, bazen bütün o perdelerin altında dokunulmadan kalması gereken gerçek kişilikleri de görünmez olabilir. Bir "legend"inde iktidarsız olan bir ajanın, diğer "legend"inde çok iyi seviştiği durumlar bile vardır.
İstihbaratçı bir aşamada anlatmakta olduğu hikâyenin o andaki hangi legend'e ait olduğunu karıştırabilir, her hikâye birbirinin içine geçer ve istihbaratçı artık aynaların vahşi ormanı içinde boğuşmaktadır. Gördüğü görüntü kendisi midir yoksa başka aynadaki görüntünün oraya yansıması mı olduğunu bilemez artık, hikâyeler birbiri içine geçer, hangisinin gerçeğe yakın olduğunu ajanın kendisi bile karıştırmaya başlar.
Bu istihbaratçı hastalığına düşmüş insanlar, üstelik görev yapmaktaysalar bir istihbarat örgütünü tamamen işlevsiz hale getirmek tehlikesini de yaratabilirler.
Örneğin, soğuk savaşın en zirve günlerinde CIA karşı istihbarat bölümünün şefi olan James Jesus Angleton ("aynaların vahşi ormanı" kavramını onun hayatını anlatan "Wilderness of Mirrors" kitabından aldım) görevi gereği KGB'nin CIA'ya sızmalarını bulmakla sorumluydu. Çok da başarılıydı. Ancak bir aşamada istisnasız her insandan şüphelenmeye başladı. Her insan, ona göre bir potansiyel KGB ajanıydı, herkesi takip ettirdi, soruşturmalar açtı ve sonunda ondan duyulan korku nedeniyle koskoca CIA neredeyse durma noktasına geldi. Neyse akil adamlar işe müdahale ettiler de görevden alındı, işi bırakırken bile şirketteki gizli KGB ajanlarından bahsediyordu.
Şunu biliniz ki her ülkede yoğun çalışan istihbaratçılar, bir aşamada kendi anlattıklarına inanmaya ve gerçeklikten kopmaya başlayabilir. Bu bilinen bir şey. Öyle bir durumla karşılaşınca yapılması gereken şey, bazı şeyleri doğru gibiymiş gibi söylemeye başlayan istihbaratçıyı suçlamak ve soruşturmalar açmak filan değil onu tekrar gerçekliğe döndürmektir.


Hanefi Avcı'nın kitabı
Uzun yıllardır çok yoğun çalışmış olan ve meslektaşları tarafından çok iyi bir istihbaratçı olduğu kabul edilen Hanefi Avcı, "Haliçte Yaşayan Simonlar" başlıklı bir kitap yazdı. Çıkar çıkmaz bana geldi kitap. Bir kitabı okumadan önce hakkında yazmak gibi bir âdetim olmadığından bugüne kadar zorunlu bekledim.
Geçmişte anlattıkları ile bugün anlattıklarını birbirine sentezsiz karıştırmak ve kendi anlattığına inanıp o anlattığına uyan gerçekliği arayıp bulmak gibi bir hatası var kitabın. Bir olay anlatılıyor, sonra da olayı açıklayabilecek olan bazı gelişmeler anlatılıyor. Ama kitapta bir istihbaratçı titizliğine uygun olan neden-sonuç bağlantıları yok, eski deyimiyle illiyet bağlantısı hiç yok. Kitabın ana tezi, "Cemaat, Türkiye'de devlet içinde çalışıyor" şeklinde. Sonra bazı olaylar anlatılıyor ve olaylar analiz edilmeden "Bu olay bizim sonucumuzu kanıtlamaktadır" deniliyor.
Örneğin, kitabın 544-545'inci sayfalarında, "Bugüne kadar cemaat tarafından yapılan operasyonlar ve çalışmalar" başlıklı bölümde yine bir olay anlatılıyor ve yine sonuca varılıyor. Ancak sonuç bölümünde şöyle deniliyor:
"Bu olay hakkında hiçbir bilgiye sahip değilim. Ama bu şekilde olduğundan da hiçbir tereddüdüm yok, zira bunu gerçekleştirebilecek başka kimse yoktur, eğer ciddi olarak araştırılırsa iki telefondan bir tanesinin emniyet tarafından dinlenmeye alındığı ortaya çıkacaktır."
İşte bu olmaz. Bu, ciddi bir suçlama getirmek için yeterli bir çerçeve değil. Olmuyor mu böyle şeyler, ben bilmiyorum, herkes gibi endişelerim var, ama somut bilgiye dayanarak yazması gereken ve bilgilere ulaşacak konumda bir insan bunu yapınca doğru olmuyor. Bizim bazen arkadaşlar arasında konuşurken ifade ettiğimiz birtakım endişeleri, bir istihbaratçı andıcına benzer kitaba dönüştürmek doğru olmamış. Getirilen suçlamanın ciddiyetine yetecek düzeyde ciddi bir çalışma değil bu.


Onlar pazar yazısı yazsalardı
Nedense pazar günleri insanların rahatlaması gerektiği yolunda bir önyargı var. Bazı yazarlar bu hissiyata uygun düşecek yazılar yazıyorlar. Deliye her gün bayramdır dedirtircesine ben her gün pa-zarmış gibi yazdığımdan bu tür kaygıların dışındayım. Bazı yazarlar eğer pazar yazısı yazsalardı ne yazarlardı diye düşünmeme engel değil bu durumum tabii ki:
Oktay Ekşi: Resmi Gazete şıklığı.
Sedat Ergin: Balyoz soruşturmasında-ki askerlerin ve savcıların kıyafet tercihleri ve modaya uygunlukları.
Hasan Cemal: Tatil sonrası notları; Kosova Meydan Muharebesi'nin sonuçları ve anlamı.
Ahmet Altan: Heron'da uçarken seks.
Fikret Bila: Çılgın Ankara geceleri (TBMM lokantasındaki marjinal bir partiden özel notlar).
Emre Aköz: Yatakta ve hayatta "e-vet"in güzelliği.
Fehmi Koru: Ertuğrul Özkök'ün pazar yazılarındaki gizli Ergenekon şifreleri.


Afet siyaseti
PAKİSTAN'da yaşanılan afete Batı âleminde sergilenen duyarsızlığı biraz anlamlandırabilmek için birçok yazı okudum. Okuduklarım arasında ileride üzerine çalışmaya değebilecek bir kavram gördüm: "Afet siyaseti" (The poli-tics of isaster).
Bir yazıda deprem felaketi ile sel felaketlerinin bir karşılaştırması yapılmış ve sel felaketlerinin insanları sessizleşti-ren türde felaketler olduğu söylenmiş. Afetlerin semitiği de diyebiliriz bu tür çalışmalara.
Neden bu fark oluşuyor?
Çünkü yazara göre deprem felaketi, zaten gürültünün ön plana çıktığı bir felaket, deprem gürültüyle oluşuyor, evler çöküyor. Sallanma bitince de farklı bir gürültü başlıyor. Olay yerine ulaşmaya çalışanların çıkardığı seslere yıkımın altından gelen insanların "Yardım edin" feryatları da karışıyor. Kurtulan insanlar çeşitli seslerle devamlı tetik üzerine tutuluyorlar, yardım edin seslerine cevap zamanında gelmezse yardımı getiremeyen otoriteye tepki de oluşmaya başlı-
yor ve sonra o tepkiler kitlesel de olabiliyor.
Depremlerin semitiği bu şekilde ama Pakistan'da yaşanan türdeki sellerde ilk saatler dışında hâkim unsur sessizlik. Suyla kaplanmış alana sessizlik hâkim oluyor. Kuvvetini yitirip ölmeye yaklaşmış insanları da duyamıyoruz; çünkü onlar gözlerden uzakta suyun al-tındalar. Kurtarılmayı bekleyenlerde ya bir ağaç dalına oturmuş ya da kuru bir alan bulup yine sessiz bekliyorlar. Ba-ğırsalar kimsenin duymayacağını bildiklerinden etrafa bir sessizlik hâkim. Durum böyle olunca ve insanlar sessizliğin içinde birbirlerinden koparılınca tepkilerini de topluca gösteremiyorlar ve otorite yardım elini uzatmakta kendini zorlamıyor.
Bu yaklaşım ilginç geldi bana, en azından orijinal bir yaklaşım. İleride daha farklı afet türlerini de işin içine katıp afetlerin dili üzerine uzun bir yazı hazırlanabilir diye düşündüm. Pakistan'-dakilerin sesi yeterince yükselmiyor diye de yeterince yardım akmıyor olabilir.

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp