Top
20/07/2010

Tarihe not düşeyim de

DÜN Nazlı Ilıcak’ın köşesini okurken benim için nostaljisi bulunan bir anekdota rastladım.
“Karargâh Evleri” başlığını attığı bölümde Nazlı Hanım, 18 Temmuz 2008 tarihli Akşam Gazetesi’nde manşet yaptığım bir haberden söz ediyor. Ergenekon soruşturmasının ilk kez muvazzaf subaylara da ulaştığını gösteren çok önemli bir haber yazmıştı o dönem gazetenin Ankara Temsilcisi olan İsmail Küçükkaya. Bizim o haberden sonra Ergenekon soruşturmasının toplumsal algısında önemli bir değişim olmuştu ve bayağı da etki yapmıştı haberimiz. Buna rağmen daha sonra yayın yönetmenliğinden ayrılma sürecinde bazı çevreler nedense benim başımda bulunduğum gazeteyi Ergenekoncu ilan etmişlerdi.
Defalarca bunun bir iftira olduğunu söylemiş, “Çıkardığımız gazete ortada, belgeler bu suçlamayı desteklemiyor” demiştim o dönemde ama keşke dün Nazlı Hanım’ın yazdığı haberi de hatırlasaydım.
Biz o dönemlerde doğruluğuna ikna olduğumuz her belgeyi, habercilik kriterlerine uyduğu sürece gönül rahatlığıyla yayınladık.
Gelen bazı belgeleri ise yayınlamadık; çünkü bazı kötü deneyler yaşamıştık, kuşkulu olmakta haklıydık. Bugünlerde yeni belgeler tartışıldığından, herkese kendi deneyimimi de anlatayım ve hepimiz yeniden bir ders çıkaralım dedim.

İŞTE BİZE YAPILAN OPERASYON
Mayıs 2006 sonunda Başbakan’a düzenlenecek bir suikast iddiası konuşuluyordu. (Düşünebiliyor musunuz bu ülkenin tuhaflığını, gündemimizin çılgınlığını.)
Ankara Bürosu’ndaki arkadaşlarımıza bir gün önemli bir telefon geldi. Telefondaki kişi, kendisinin ordu içinden olduğunu söylüyordu ve elindeki suikast planında askerlerin de rolü olduğunu gösteren belgeler vardı. İlgilenip ilgilenmeyeceğimizi sordu.
İsmail bana aktardı meseleyi, “Tabii ki ilgileniriz ama dikkatli olalım” dedim.
Kaynak, teslimatı Genelkurmay Başkanlığı önünde arkadaşımıza yapacaktı.
Bu bende alarm zilleri çaldırdı. Sanki belgeleri verirken görülmek istiyormuş gibi orayı seçmesini tuhaf bulmuştum.
Arkadaşımız denilen yere gitti, sivil kıyafetli bir adam geldi ve nöbetçi askerlerin gözünün önünde sarı zarfı teslim etti.
Tecrübeli muhabirlere, o kişinin izini sürdürdüm. Kesinlikle ordu içinde görevli değildi, devlet içinden bir kurumdan olduğu belliydi; çünkü verdiği bilgiler, krokiler, Başbakan’ın hareket saatleri ve geçtiği yollar filan çok detaylıydı.
Belge doğru olabilirdi ama kaynak neden “Ordu içindeyim” diye yalan söylemişti ki?
1 Haziran 2006 tarihli Akşam Gazetesi’ne bakarsanız, o gün biz bu haberi manşetten kullandık ama başka bir iş de yaptık. Sürmanşetten de haberin nasıl sızdırıldığını ve bize kaynak konusunda yalan söylendiğini anlatan bir haber verdik. Elimizdeki her şey, bunları nasıl aldığımızla birlikte kamuoyunun elindeydi işte. Karar okuyucunundu artık. Biz bir sonuca atlamamaya çalıştık ama yeni belgelerin ortaya çıktığı bugünlerde, bütün arkadaşların benim o günkü kuşkuculuğumu göstermelerinde de kamu yararı var bence.
O olay da bana gösterdi ki, maalesef devletin içinde çok pis bir mücadele sürüyor. Devletin kendi içinde tutarlı olarak terörizmin karşısına dikilmesi gerektiği bir dönemde, bu mücadele ülkemiz için çok yıpratıcı oluyor. Bu tür mücadelelerde hiçbir taraf tam masum olmaz, tarih bunu söylüyor. Bu mücadelenin, devlet tam çatırdamadan bir şekilde bitirilmesi samimi arzumdur.

GERÇEK AÇILIMŞİMDİ BAŞLADI

BAŞBAKAN’ın pazar günü kadın sivil toplum örgütleri liderleriyle İstanbul’da yaptığı görüşmeyi son derece önemsiyorum.
Bu ülkede terör meselesinin çözüm yolu açılacaksa, bunu sadece kadınlar başarabilir. Kız çocukları ile erkek çocuklarının oyun anlayışlarına bakarsanız, bunu neden söylediğim kendiliğinden anlaşılır. Erkek meselelerini savaşla, öldürmeyle çözecek bir dünyada oyun oynar, kızların oyunlarında ise çocuk bakımı oyunları ağırlıklıdır.
Başbakan da çözümün kadınlarda olacağını gördü bence, çok önemli iki cümle etti toplantıdaki konuşmasında. “Anneliğin siyaseti yoktur” dedi ve “Erkekler empati yapamaz” diye de ekledi. Bence de yapamazlar. İnanıyorum ki bu memlekette bir gün Türk ve Kürt anneler, çocukları için kol kola yollarda yürüyeceklerdir. Bu olduğu gün emin olun, terör probleminin çözümünde ilk büyük adım atılacak ve o yürüyüşle kimlik tartışmaları da çözüme ulaştırılacak. Çünkü Türk-Kürt arasında gerçek üst kimliğin annelik olduğu, toplumda nihayet anlaşılacak.
Toplantıdan görüntülere bakarken, “Keşke Başbakan açılım sürecini Habur yerine annelerle başlatsaydı” diye düşündüm.
Neyse vakit geç değil, hatanın neresinden dönülürse kârdır.
Açılım sürecimiz şimdi başlamış durumda. Umarım Başbakan ve ona bu süreçte yardımcı olmak isteyen herkes, kadınlarla kurulan bu diyaloğun arkasının gelmesinin takipçisi olur.
Ayrıca Başbakan da haklı; “Açılımın içi boş” diye durmadan söylenenler de içini dolduracak birkaç laf etsinler artık.

Çok kısa yokum

SİNİRLERİM çok bozuk. Hasan Cemal, Dünya Kupası’ndan döner dönmez dinlenmek için tatile çıktı ya, buna kafam bozulmuştu. Bir de ondan sonra Sedat Ergin üstüme üstüme gelmeye başladı. Yayın yönetmenimiz olduğu yıllarda Ertuğrul Özkök, hep “Asıl sapık Sedat’tır, Serdar ise ciddidir. Onları yazılarıyla değerlendirmeyin” derdi. Haklıydı ama aynı zamanda asıl sapığın kendisi olduğunu unutuyordu bence. Yaşamında bu kadar neşeli, uçuk fikirli ve marjinal yaşayabilen Sedat, nasıl olur da yazısında “Bu konu AÇIKLAMADAN VARESTE” diye bir cümle kurabilir ki. Dehşet verici ve anlaması mümkün değil. Galiba Sedat ile Hasan arasında, yazıyı bilinçli şekilde sıkıcı yapmak konusunda bir yarış var. Yarışta Hasan açık arayla önde ama Sedat da “açıklamadan varestedir” gibi şeyler yazarak arayı kapatmak için bazen ataklar yapıyor.
Asıl konuya geçmeden önce Hasan’ın tatili konusuna da bir açıklama getirmem gerekiyor. Yıllar önce gazeteci arkadaşlarla grup kurup mavi yolculuğa çıktık. Mayolarımızlayız, içkiler içiyoruz, denize giriyoruz. Bütün bunlar olurken bir gazeteci arkadaş, kendisinin yıllardır hiç tatil yapmadığını, büyük bir ciddiyetle ve üstelik kendi dediğine de inanarak anlatıyordu. Çünkü inancına göre, kendisi o anda bile tatilde değildi. Teknenin üstünde gazetecilerle siyaset konuşuyordu ya, bu nedenle o hâlâ çalışıyordu, tatili de özlemişti zavallıcık.
Ben eminim ki Hasan’ın Güney Afrika’daki düşüncesi de aynen böyleydi. O final maçını seyrederken bile çalışmaktaydı ve hele de bir stadyumdan diğerine giderken mesleğin cilveleri nedeniyle acımasızca yoruluyordu. Gazetecilik aşkıyla her zorluğu sineye çekmişti ve Türkiye’ye dönünce bir tatili de gayet tabii ki onca çalışmadan sonra hak etmişti.
Bu durum son derece sinir bozucu tabii ki. Ben de terapi olsun diye iki günlüğüne yurtdışına gidiyorum. Cumartesiye kadar yazım olmayacak. Eskiden bu gibi durumlarda yazı yazıp bırakırdım ama Habertürk’te yazılarımı her gün taze yazma kararını verdim. Yazı ancak günlük olduğunda ruha sahip olabiliyor; dışarıdayken umarım Hasan’a sinirim de geçer.

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp