Top
17/07/2010

Evde rutin bir gün

SABAH nedense pozitif enerjiyle dolu olarak uyandım.

O gün bir değişiklik olacağı ve günümün iyi geçeceği yolunda bir his vardı içimde.

Bu kez duygularımın gerçekleşme ihtimali olacağına yönelik ilk işaret de kalktıktan sonra geldi: Rana kendisinin gün boyu ev dışında olacağını söyledi, oğlan ile birlikte Boğaz’da gezeceklermiş.

Ben bir tür intihar sayılabilecek cümleyi söyledim bunu duyunca; gezmek için benim ailemle birlikte geçirmeyi planladığım günü seçmelerinin haksızlık olduğunu anlattım onlara.

“Haydi bizimle gel” demesi ihtimali yoktu; çünkü Rana beni keyif gezilerine pek çağırmaz, ama jimnastik salonunda yaklaşık 10 bin çocuğun ortasında oğlanı çalışırken seyretmeye daima davet eder. Karımın gezi davetleri konusunda kesin ilkeleri var.

Benim için evde kalmayı düşünmesi de imkânsızdı. Çünkü beni çok fazla görmek istemesi pek mümkün değil. Ayrıca oğlana gezi sözü vermişse, bundan ancak benim başıma bir felaket gelmesiyle vazgeçebilirdi; başıma felaket gelse bile geziyi iptali yine de kuşkuluydu ya.

Yani lafım üzerine günü benimle geçirme ihtimalleri neredeyse sıfır olduğundan, bir erkek için intihar sayılabilecek o sözü gönül rahatlığıyla söyleyebilmiştim galiba.

Ben, “Vapurda keyif kahvaltısı yaparsınız, haydi bir an önce çıkın” dememe rağmen evde kahvaltı ettiler. Rana kahvaltıda benimle sohbet etti, yazılarımın kötü olduğunu, televizyonu ise beceremediğimi, hayat sigortamda daha yüksek prim ödemeye başlamam gerektiğini anlattı. Sonra nedense yaşlı erkeklerin bakıldığı yerlerin listesini çıkardı ve listede bazı adresleri işaretlemeye başladı. Ama olsun, o gün ev bana kalacaktı; düşünsenize porno filmlerimi bile sesini kapatmadan izleyebilecektim artık.

Neyse kapıdan çıktılar, arkalarından su filan döktüm, sonra çalışma masamın başına oturdum. Ben böyle tamamen yalnız kaldığımda daima çapkınlık düşünürüm. Yurtdışında gören arkadaşlarım beni bu yüzden tanıyamazlar. O gün de istisna olmadı. Çapkınlık olasılığım sıfır, belki de eksi düzeydeydi. Son yıllarda kadınların zevkinde bir eksen kayması oldu, piknik tipli ve çirkin erkeklerle artık kimse birlikte olmuyor.

Aslında benim çapkınlık duygularım da biraz bizim kedi Silvester’in çapkınlık arzusuna benziyor.

Onu uzun yıllar önce hadım ettirdik, ama arada bir hâlâ seks istiyormuş gibi hareketler yapıyor. Doktora sorduk, “Kanında arta kalan hormonların etkisi o, fazla bir anlamı yok, yakında geçer” dedi.

Neyse, prensip itibarıyla ve genel kural bozulmasın diye hâlâ porno izlemeyi sürdürüyorum.

Onunla vakit israfı yapacağıma Kant’ın “Saf Aklın Eleştirisi”ni okumak çok daha yararlı olacaktır muhakkak, ama Kant’ın kitabı o kadar eğlenceli değil, ne yapayım. O tür kitapları ailem evdeyken okuyorum ve tabii ki gürültü yüzünden, okuduğumdan tek bir cümle bile anlamıyorum. Evet cahil kalmamın nedeni de onlar.

Ben bugüne kadar tek bir yaratıcı porno filmi izlemedim. Eğer Bayan Lucrezia bir film yapmış olsaydı, onun mutlaka çok ilginç olacağına da eminim. Geçenlerde gazetelerde Lucrezia ile ilgili haberler çıktı. Bir SM seks oyunu esnasında Lucrezia, kendisine gelmiş olan müşterisini biraz fazla ileriye giderek öldürmüş. İşte bunu seyretmek enteresan olabilirdi, böyle bir şey yaratıcı olarak nitelendirilebilir bence.

Sonra seyretmekten sıkılıp “Eğer Kılıçdaroğlu, kendisini ziyarete gelen Başbakan’ı öldürmek isteseydi bunu nasıl yapardı ki” sorunsalını düşünmeye başladım. Ev tamamen sessizdi. Bu kadar fazla sessizliğe alışık olmadığımdan kulağımdaki çınlamayı daha fazla duymaya başladım. Sonra birden dehşet verici bir ses duydum, “gümmmm pısssss” diye bir sesti bu. Tam, “Acaba bu Rana’nın hayaleti mi” diye düşünecekken henüz onu öldürmemiş olduğumu hatırladım. Sonra yine “gümmmm pısssss” sesi geldi.

Evde bir dev yılan, bir anakonda dolaşıyor olmalıydı; bu sesin başka bir açıklaması olamazdı.

O gün hayatımda ilk kez, ailemin bir an önce eve dönmesini istemeye başladım. Birkaç kez onları aradım, “Haydi gelin artık” dedim. Bunu da onlara duyduğum sonsuz sevgiyle açıkladım aslında; Rana’nın dönüp anakondayı öldürmesini istiyordum.

Beş saat sonra döndüler. Oğlum bir süre sonra, ben Kant okurken odama geldi, elinde tuhaf bir alet vardı. Alet arada bir titreyip havaya “pısssss” diye güzel koku fışkırtıyordu. Oğlan bunu girişte ahşap tezgâhın üstüne koymuştu ve alet her titrediğinde tahta zeminden dolayı “gümmmm pısssss” sesi çıkıyordu. Evde olmadıkları halde içimdeki pozitif enerjiyi öldürmenin yolunu da bulmuşlardı anlayacağınız. Son derece rutin bir gündü bu benim için.

ACIMASIZ HABERTÜRK

YÖNETİME bir dilekçe verdim ve “Ben de Hasan Cemal gibi özverili gazetecilik yapmak istiyorum. Bakın o binbir zorlukla gittiği Güney Afrika’da inanılmaz güçlüklerle mücadele ederek maçtan maça koşuşturdu; ilkeli bir gazetecinin kafaya koyduğu takdirde aşamayacağı bir güçlüğün olamayacağını gösterdi herkese.

Ben de onun gibi olacağım, buna kararlıyım. Bundan dolayı 2014 Brezilya’daki Dünya Kupası’nı yerinde izlemek istiyorum. Dahası şimdiden gidip, oraya yerleşip hazırlıklar hakkında yazmalıyım; Hasan’ı ancak böyle atlatabilirim. Gerekirse arada ABD’ye de gidip Amerikan milli takımının hazırlıklarını da anlatabilirim okuyucumuza. Uçak yolculuğu yorucu olacak ama ben de Hasan gibi ilkeliyim. Prensiplerimden yorulacağım diye vazgeçmem mümkün değil” dedim.

Bana hiçbir makul gerekçe göstermeden bu önerimi reddettiler. Bu acımasızlık değilse başka neye acımasızlık diyeceğiz ki bilmiyorum.

MUHTEREM BABAM

ŞİMDİ babam sadece başlığı okuduğunda bunun kendisiyle alakalı olduğunu sanıp benim tüm sülaleme sövecektir mutlaka.

Üzülme baba, yazı seninle alakalı değil, konu Fatih Erbakan.

Akşam Gazetesi’ne verdiği mülakatı dikkatle okudum. O laflarda yatan gereksiz kibir, yeniliklere kapalılık, bir gence yakışmayan olağanüstü tutuculuk ve şık olmayan tavırlarla ilgili değilim bugün.

Ama dikkatimi çekti, Fatih Erbakan ne zaman babasından bahsetse, “Muhterem babam” diyor. Babasının muhterem olduğunu hissetmesine bir diyeceğim yok tabii ki. Ben bile babamı arada bir, örneğin içmeye sabah saatlerinde başladığında muhteremmiş gibi hissediyorum, ama bunu kendisine katiyen söylemem; çünkü özellikle içki içerken abartılı tepkiler verebilir.

Çocuklar ile babaları arasında olması gereken özel sıcak ilişkiye yakışmayan bir hitap şekliydi “Muhterem babam” lafı.

Acaba Fatih Erbakan, bunu babasının muhteremliğini bize hatırlatmak için mi yapıyor ki? Eğer böyleyse boşuna çalışıyor; çünkü bizim babası hakkındaki fikrimiz yerleşmiş durumda. Bunu çocuğunu dinleyerek değiştirecek değiliz.

Yok eğer babasına duyduğu saygıyı topluma göstermek istediyse, buna da gerek yoktu. Bundan zaten eminiz, bunu veri olarak zaten kabul ediyoruz biz. Bir çocuğa, babasından bahsederken “babacığım” veya sadece “babam” demesinden daha yakışabilecek bir laf var mı? Muhterem babacığım lafı, hayli abartılı ve suni kaçıyor.

sturgut@htgazete.com.tr

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp