Top
14/07/2010

Popüler kültürde: CASUSLAR

 

Birkaç haftadır tüm dünya Amerika’da yakalanan Rus casuslarıyla ilgili haberlerle çalkalanıyor. Daha doğrusu, o casusların arasında fiziği fena olmayan bir kızcağız da bulunmasaydı kimse bu olayla fazla ilgilenmeyecekti bile. Düşünsenize Viyana’da casus takası yapılıyor ve tüm New York, şehirlerinden güzel bir kız ayrılıyor diye üzülüyor. Sonra da herkes casus kızın Rus uçağı ile Moskova’ya uçarken votka içip içmediğini merak etti; şehirde bunun dedikodusu yapıldı. Kimsenin olayın siyasi boyutuyla filan alakası yoktu. Son olayda halkın tepkisi çok da normaldi, çünkü popüler kültürde casusluk, casusların yaşam stiliyle algılanır ve anlatılır. Bu hikâyenin nasıl evrim geçirdiğini bugün tam da casuslar dünyada tartışılırken takip edeceğiz.

İNGİLTERE MECBUREN POPÜLER OLDU
Amerikalılar casusları güzel tanımlayacaklarsa Sovyet casuslarının yerine dost bir ülkenin casusu gelmeliydi. Bunda da doğal aday gerçek hayatta da çok iyi casusluk yapan İngiltere’ydi. O ülkeye ait bir casustan idealize edilmiş bir karakter yaratıldı. Ian Fleming‘in Casino Royal ve Doktor No kitaplarıyla James Bond karakteri çıktı ortaya.

1950’Lİ YILLAR
1960 yılı öncesinde Amerikan popüler kültüründe casus denildi mi kötü bakan ruhu kötü olan ve büyük ihtimalle de sapık olan berbat insanlar anlaşılırdı. Bu algı biraz da komünist korkusunu tetiklemek için yaratılmıştı. O dönemde casus, gerektiğinde cinayet işleyebilecek kötü ve kaba Ruslar olarak algılanıyordu. Sovyetler Birliği’nde de Amerikan casusu benzer deyimlerle tanımlanıyordu popüler kültürde ve gazetelerde. Dönemin casuslarının en iyi görülebileceği ve o kültürün hissedilebileceği film, Samuel Fuller‘in yönettiği “Pickup on South Street”ti (1952).

1960’LI YILLAR
Amerika’da eğlenme kültürünün tüm hızıyla geliştiği ve eğlenmenin hayatın acılarına karşı ilaç gibi kullanıldığı yıllarda casusların algılanması da değişti. Artık casus iyi giyinen, rafine zevklere sahip olan, iyi sevişen insanlar olmalıydı. Bunlar go-go jenerasyonunun casuslarıydılar.

İLK VE İŞSİZ BOND
Bond’un asıl popülerliği kitaplara değil tabii ki filmine dayanır. İlk Bond, Sean Connery‘ydi; o bu karaktere eldivenin ele uyduğu gibi tam uymuştu. Connery, Bond karakterine çok yakışmıştı ve casus denilince insanlar onun yüzünü ve tavırlarını hatırlamaya başladılar. Bond daha sonra kendi başına bir endüstri haline geldi, Aston Martin marka arabasıyla, çakmağıyla, içtiği sigarasıyla, martinisiyle tam bir gündelik yaşam stilisti haline geldi Bond. Connery bu rolü bıraktıktan sonra gelen hiçbir Bond karakteri onun gibi olmamadı, onun role vurduğu izi silemediler.

ADAMIMIZ FLINT
Bond filmlerinin başarısına bakan yapımcılar bir de Flint adında bir başka casus karakteri yarattılar. James Coburn‘un oynadığı Flint filmleri, Bond kadar popüler olamadı ama vaktiyle ülkemizde de gösterilen filmlerinde “Adamımız Flint” tam bir centilmen gibi davranırdı. Uyumak yerine kendi kalbini geçici durdurmak gibi eksantrik yetenekleri de vardı Flint‘in. Uyanacağı zamanı da saatinden ayarlar ve saatinden çıkan bir küçük alet adamın nabzını tekrar çalıştırıp onu uyandırırdı (veya hayata döndürürdü).

FANTEZİ YAŞAMLAR
Bu filmlerde anlatılan casus yaşamları daima çok ilginç maceralar ve güzel kadınlarla dolu, güzel yemeklerin yendiği, kaliteli içkilerin içildiği dünyalarda geçiyordu. Gayet tabii ki bu tamamen fantastik bir masaldı. Gerçek casusların dünyası gayet sıkıcı ve rutin işlerle dolu olan, çok okumak ve inceleme gerektiren ve tehlikelerle dolu bir dünyaydı. 1970’li yollarda gerçekçiliğe dönülmeye başlandı. Özellikle İngilizler casusun hayatını gerçekçi anlatan kitaplar yazdılar bu dönemde. Tabii ki yazarların arasında en ünlüsü John le Carré‘ydi. Onun “The spy who came in from the cold” kitabı yeni bir tür başlattı casus edebiyatında; sonradan yine onun “Tinker, Tailor, Soldier, Spy” kitabı bir tür devrim yarattı. Kitabın BBC tarafından yapılan üç bölümlük dizisi 1970’li yıllarda TRT’de de gösterildi ve çok da popüler oldu.

SIR ALEC GUINNESS
Nasıl ki 1960’lı yıllarda James Bond karakterine Sean Connery damgasını vurduysa John Smiley karakterine de Sir Alec Guinness müthiş oyunuyla damga vurdu. Artık ondan sonra John le Carré‘nin yarattığı Smiley karakterinin KGB’deki karşıtı baş casus Karla ile mücadelelerini okuyanlar ellerinde olmadan Sir Alec’i düşünmeye başladılar.

VE İKİ BAŞYAPIT
Soğuk savaş döneminden başlayarak bugüne kadar CIA’deki gelişmeleri ve onun KGB ile yaptığı mücadeleleri anlamak istiyorsanız elimizde iki mükemmel kitap var. Bir tanesi Robert Littell‘in “The Company” si diğeri de Norman Mailer‘in “Harlot’s Ghost” adlı kitabı. Bu ikisini birlikte de okuyabilirsiniz, ikisi de mükemmeldirler

CHESTY MORGAN
Tabii cinselliğin sömürüsünün bu konuda da yapılmaması imkânsızdı. 1968 yılında gösterilen “Ölümcül Silah” adı filmde Chesty Morgan adlı kadın, Rus ajanlarını büyük memeleriyle boğarak öldürüyordu. Yapımcılar ayrıca Dean Martin‘in cazibesini sömürebilmek için onu dört adet Matt Helm casus filminde oynattılar. Dean o filmlerde birçok güzel kadınla düşüp kalktı.

AKSİYON ROMANLARI BU İŞİN DIŞINDA
Tabii ki daha çok aksiyon türü olarak tanımlanabilecek kitap ve filmler bugün incelediğimiz konunun dışında tutuldu, çünkü casuslar genelde yumrukları ile silahlarıyla değil beyinleriyle mücadele verirler. John Smiley karakteri işte bu yüzden bence en gerçekçi casus karakteridir. Onun gerçek hayattaki karşıtı bir zamanlar CIA’nın karşı casusluk bölümünü yıllarca yönetmiş olan James Jesus Angleton‘du. O yoğun düşünerek bağlantıları bulur casusları yakalardı. Tabii ayrıca paranoyaktı da. Bu yüzden kendisi dışında herkesin Sovyet ajanı olduğunu düşünürdü. Soğuk savaş döneminde bir ara ondan duyulan korku nedeniyle CIA’da işler tamamen durma noktasına gelmişti.

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp