Top
02/09/2010

Olanlara inanmayacaksınız!

SALI sabahı,
“Sonunda sakin ve rutin bir hayat yaşayacağım galiba” düşüncesinin verdiği coşkuyla uyandım. Bu bana sık olan bir şey değil, genelde hangi ülkede uyandığımı karıştırarak uyanırım, içim birkaç dakikalığına coşkuyla dolar ama sonra Türkiye’de olduğumu hatırlarım. Sıradan mutsuzluğum yine devreye girer.
Salı günü ise nerede uyandığımı çok iyi biliyordum ama buna rağmen mutlu uyandım; çünkü ailem 10 bin küsur kilometre ötedeydi.
Çarşamba yazım çıkmıyor; yayın yönetmenim okuyucularımızın kafası biraz rahat olsun diye o gün yazmamı yasakladı bana.
Anlayacağınız, yazı bile düşünmeyecektim, istediğimi istediğim saatte yapacak ve hiçbir şeyi kafama takmayacaktım.
“Sevgili bulma teşebbüsünde bulunayım mı acaba”
diye düşündüm. Fikir bir yönüyle çekici gelse de (hangi yönünün çekici geldiğini şu an unuttum, hatırlarsam sonra anlatırım) o çekici olan noktaya varılıncaya kadar atmam gereken tüm adımlardan bir anda müthiş sıkılıverdim. Bu yeni aşamaya ne zaman geçtim bilmiyorum ama kadınlar artık beni üşendiriyordu. Bırakın fiiliyatını fikrinden bile kendimi soyutlamam beni nasıl da hür kılıyordu bilemezsiniz; o gün hayatımda ilk kez kadın bile düşünmeden yaşayacaktım.
Ve tabii ki telefon çaldı.
Numaradan arayanın Rana olduğunu gördüğüm her defasında ben otomatikman strese girerim. Hiçbir zaman da “Boşu boşuna strese girmişsin, bak bir şey yokmuş” demem; çünkü ilk otomatik stresimde haklı olduğum sonradan ortaya çıkar.
Bu defa da bana öyle karmaşık bir problem anlattı ki, şu an size anlatmaya girişsem bile başaramam herhalde. Bunu dinlemek yerine Heidegger okumayı bile tercih edebilirsiniz, konu öylesine çetrefil yani.
Ben de o anda Türkiye’de kalıp bu sorunu dinlemek zorunda kalmak ve her an gelecek telefonun stresini çekmek yerine (bunu düşünme süremde bile 3 ayrı telefon geldi) hemen atlayıp Amerika’ya gitmeye karar verdim.
Yataktan çıktım ve İstinye Park’a dolaşmaya gitmek yerine Boston’a geldim. Planlarımda küçük bir değişiklik oldu anlayacağınız.
Şu anda bu yazıyı, Boston’un taşrasında büyük bir ihtimalle konusu deli adam ile deli kız arkadaşının cinayet planları yaptığı filmlerdeki motel odalarına benzeyen bir motelde, saat sabahın beşinde yazıyorum. Motelde kahve var ama ben içmeye korkuyorum; çünkü birisi  mutlaka içine zehir atmıştır, eminim.
Çözmek için geldiğim sorun çözüldü mü? Rica ederim, bu soruya evet cevabı gelebileceğine inananlar aile dinamiklerine ve aile kavramı konusunda hiçbir nosyona sahip değiller.
Belki buraya hiç gelmeseydim kendiliğinden çözülme ihtimali olabilecek mesele benim işe karışmamla birlikte çok daha fantastik boyutlara ulaştı.
Aradaki tek fark, İstinye Park’ta et yiyeceğime, burada fıstık kabuklarının restoranın zeminine atılması âdetinin olduğu bir Texas lokantasında et yiyorum. Yer kirletmek serbest olduğundan (bu oğlumun tüm dünyadaki favori restoranı) “Bunu yapmak için bu kadar yol gelmeye değer miydi” diye de sorulabilir ama eti kaburgasından düşen barbeküden yeseydiniz, “Tabii ki değerdi” cevabını verirdiniz. Kentucky bourbon’u ile bu et mükemmel uyum sağlıyor; hepsinin üstüne de Sam Adams birası içeceksiniz.
En azından bunu denedim. Ve yol değdi.
Ayrıca bir konuyu da tesadüfen öğrendim: Rana’nın gayri meşru ilişkisi var.

RANA’NIN SEVGİLİSİ
Rana’
ya, 10 yıldır geçtiği yolları bile tarif etmek zorunda olan GPRS cihazında konuşan erkek sesinin sahibini bulsam, törelerimiz gereği onu vurmam gerekecekti büyük ihtimalle.
Rana
, adamın her dediğini mutlaka yapmakla kalmıyor (keşke bu cihazda konuşan ben olsaydım diye de düşünüyorum evet) aralarında garip bir ilişki de var.
Rana
arabayı kullanırken bazen sesin dediklerini hiç dikkate almıyor, “Bunu neden yaptın” diye sorunca da “Aman o bazen saçmalar, yolu da yanlış biliyor zaten” dedi. İlk gecem olduğu ve mantık silsilem tamamen ortadan kalktığı için meselenin üstüne gitmeye takatim yoktu.
Bazen onun dediği yönün tamamen aksine de gidiyor. Sonra adamcağız panik içine avaz avaz onu doğru yola sokmak için uğraşıyor. Bence aralarında düzeyli bir ilişki var. O adamı bulup vurmam gerekiyor ama buna da üşeniyorum.

Popüler kültür notları
HOLLYWOOD belki de tarihinin en büyük krizini yaşıyor. Mesele sadece gişe hasılatlarındaki düşüş filan da değil. Hollywood belki de tarihinde ilk kez orijinal fikir üretemiyor.
Bu yaz dönemi Amerikan sinemasının kurumaya başladığının görüldüğü dönüm noktası olarak kabul ediliyor.
Adından çok söz ettiren filmlere bir bakın, hepsinin adının sonunda iki veya üç rakamı var; yani eski fikirleri döne döne tekrar ısıtıp önümüze sürüyorlar.
İşin dikkat çeken bir başka yönü de bu tür film dizilerinin üçüncülerinin daima ikinciden daha güzel olması. Galiba yapımcılar ikinci filmlerde neyin yanlış gittiğine bakıp dersler çıkarıyor ve üçüncüleri öyle çekiyor olabilirler.

1970’LER ALTIN ÇAĞDI
Bu ülkeye yaşamak için geldiğim 1970’li yıllar, sinemaya her gidiş bir macera ve olağanüstü bir deneyimdi. O yıllardaki, filmlerin listesini vermeyeceğim ama bir Godfather’ın ortaya çıktığı Martin Scorsese ve Robert De Niro’nun cesur deneyler yaptığı Hollywood bugünleri doğrusu hiç hak etmiyor.
Artık filmler büyükler değil çocuklar için yapılıyor galiba; düşünsenize sezonun büyüklere uygun tek filmi Inception, diğerleri henüz çizgi film seyreden çocukların düzeyine uygun.
Yeni fikirle ortaya çıkacak bir insan, bu ortamda hem meşhur hem de zengin olur, bu kesin.
Düşünsenize, çıkabilen orijinal fikir Avatar’ın 3-D versiyonu; yönetmen James Cameron ayrıca Titanic’in de 3-D versiyonunu yeni fikir diye masaya koymuş. Hollywood’un karşı karşıya kaldığı sonu, sadece bu bile açıklamaya yetiyor.

Futbolun hali ne olacak
BEN salı günkü gibi, uçuşlarımda Avrupa üzerindeyken Avrupa gazetelerini okurum, okyanusa çıkar çıkmaz Amerikan gazetelerine geçerim. Bir anlamı var mı bunun; gayet tabii ki yok. Yatağından çıkar çıkmaz bakkala gider gibi Amerika’ya gidebilen bir insandan anlamlı bir hareket beklemek de pek anlamlı değil doğrusu.
Gazetelerde en çok dikkatimi çeken yazılar, Barcelona takımının bu yıl zarar edeceği üzerine olanlarıydı. Pazartesi gecesini de futbolla kapamıştım zaten. (Reha Muhtar’ın Erman Toroğlu ve Ahmet Çakar ile birlikte yaptığı programını çok da zevk alarak izledim. Program biterken bile aklımda Amerika’ya gitme fikri yoktu. O dört saat sonra oluşan bir şeydi.)
Futbolculara büyük paralar vererek büyük yatırımlar yapan Barcelona’nın zarar etmesi, ciddi bir model tartışması başlatmış.
Şöyle bir model var; yıldızlara büyük paralar vererek alırsanız seyirciyi de para ödeyerek seyretmeye çekersiniz. Dolayısıyla yıldıza para harcamaktan korkmamak gerekir.
Bizdeki İstanbul büyüklerine hâkim modelin de bu olduğu söylenebilir.
Ancak bu modelde kırılma noktasının çok iyi tespit edilmesi gerekiyor. Yıldıza verilen para büyüdükçe parayı kurtarma marjı kalmıyor. Bizdeki büyük takımların karşı karşıya bulunduğu bir risk bu.
Bir de tabii Messi modeli var. Barcelona’nın okuldan yetiştirdiği yıldız hem masrafsızdı hem de büyük paralar kazandırdı.
Ben bu modelin Anadolu kaplanları takımlar tarafından ağırlıkla uygulanarak kısa sürede İstanbul’u silip büyük takımların yerlerini alacaklarını düşünüyorum. Bu da sınıf savaşının futbolda yaşanan biçimi olacak.

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp

Yazarın Diğer Yazıları