Top
27/03/2020

Tolstoy okumak istemeyenlere karantina önerileri

 Kolayca okunacak ve içinde yemek olan bir kitap istiyorsanız…

Annesi Amerikalı, babası Nijeryalı, kendisi Bronx doğumlu şef Kwame Onwuachi daha 30 yaşına gelmeden yemek dünyasının Oscar’ları sayılan James Beard ödüllerinde en iyi genç aşçı ödülünü aldı geçen sene. Ödülden bir sene önceyse “Notes Froma Young Black Chef” adlı otobiyografisi çıktı. Bu kadar genç yaşta birinin neden hayat hikayesi okunmaya değer, diye düşünebilirsiniz. Ben de zaten öyle düşündüğüm için kitabı aldım ve elimden bırakamadım. 

Anthony Bourdain’in “Mutfak Sırları” gibi bir kitap değil Onwuachi’ninki. İçinde yemek tarifleri var, ama hepsi kendi şahsi tarihine bağlanıyor. Yemek ve mutfak geri planda; hayata tutunabilme ve asılabilme hızı, başarılı olma hırsı göz kamaştırıcı. Gidip Washington DC’deki Kith / Kin adlı lokantasında yiyemedim daha; bu gidişle de zor gözüküyor. Ama bu çocukta parıltılı bir taraf olduğu kesin. Hikayesi ilginç olmasa Oscar kazanan “Moonlight”ın yapımcısı A24 kitabın haklarını alıp başrolünde Lakeith Stanfield’in oynayacağı bir film için çalışmalara başlamazdı herhalde.

 

Kafayı varoluşsal sorunlara ve geleceğimize takmışsanız…

Evde oturanlara insan ister itemez kalın kitap öneriliyor ki vakit geçsin. Ama illaki “Anna Karenina” olmak zorunda değil bu. Entelektüel görünmek için başkalarından duyup aldığınız ama bir türlü elinizin gitmediği, başladığınızda da mutlaka ama mutlaka bıraktığınız Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” romanını yeniden elinize almaya ne demeli? Büyük ihtimalle yine bitiremeyeceksiniz, çünkü “Tutunamayanlar” okurun rahatlığına güvenmeyen, oradan oraya fazla savrulan ve yazarın kendi iç sayıklamalarını fazlasıyla satırlarına döktüğü bir kitap. Bugünlerde kendini sorgulama romanı biraz ağır da gelebilir. Ama şimdi değilse ne zaman? “Tutunamayanlar” zamanında Türkiye’deki “solcular” tarafından beğenilmemişti. Atay daha çok Batılı ve bireyi ön planda tutan bir çözüm öneriyor çünkü tutunmak için. Bizdeyse sol geleneği dergahçılıktan hala kurtulamadığı için bu bireysellik fazla geliyor olabilir. Ama hiç değilse “Ne yapmalı” bölümü hayatımızın bundan sonrası için yol gösterebilir. Zor bir kitaptı hep “Tutunamayanlar” ve bu değişmedi. Ama hiçbir zaman okunmaya değmez değildi.

 

Gülelim eğlenelim, kafamızı boşaltalım diye izlenecek bir dizi arıyorsanız…

İki seçeneğiniz var: Daha önce uzun uzun hakkında yazdığım “The Good Place” kısa süre önce ömrünü tamamladı ve veda etti. Kaçırdıysanız ilk bölümden başlamak için bugünler harika bir fırsat. Ben ilk sezonu iki kere izledim, çünkü “The Good Place” içinde mikro-felsefe dersleri de barındırıyor. Ama bu dersler son sezonda biraz hafifliyor ve dizinin ekseni kayarak aşk hikayesine dönüyor. Yine de bütün oyuncular harika ve sanırım hepimiz izledikten sonra Chidi Anagonye olmak ya da onunla aşk yaşamak isteyeceğiz. 

Felsefi hiçbir derdi olmayan, tamamen hafif bir komedi olmayı hedefleyen ve bunu çok iyi başaran bir başka sit-com ise Kanada’dan “Schitt’s Creek.” Ultra-zengin bir ailenin servetini kaybederek satın aldıkları “bochtan” bir şehre taşınıp, bu şehrin tek moteline yerleşmelerinin hikayesi bu. “American Pie”daki baba Eugene Levy ve oğlu bu dizinin yaratıcısı ve baba-oğlu oynuyorlar. Karakterler nefret edilesi başlayıp sevilesi tiplere dönüşüyor. Hiçbir şey inandırıcı değil, ama tam da bu yüzden çok eğlenceli. David Rose’un kıyafetleri yüzünden kendi moda zevkimi de sorgulamak zorunda kaldım, çünkü ortak sahip olduğumuz giysilerin sayısı hiç de az değil. Kafa dağıtmak ve arka arkaya dört-beş bölüm izlemek için ideal.

BİR DİZİ SAYESİNDE HEPİMİZ DAHA İYİ İNSANLAR OLUR MUYUZ?

Kötü ama gerçekten kötü bir film izlemek isterseniz…

Doğrudan Netflix’e düşen “The Last Thing He Wanted”ın yönetmeni, kadrosu ve yazarına güvenmeyin. Ben Joan Didion’ın romanından uyarlandığı için heyecanla izledim ama başrolde Anne Hathaway’in olması olumsuz bir işaret olmalıydı. Yine de 80’ler, uyuşturucu ve kaçak silah ticareti, bir gazetecinin bunları ortaya çıkarmasına tav oldum. İki saatin sonunda o kadar kafam karıştı ki acaba hiçbir şey anlamadım mı diye İnternet’e daldım. Sadece ben değil, hiç kimse bu saçmalıktan bir şey anlamamış çünkü film hiçbir yere bağlanmıyor, hiçbir soruya yanıt vermiyor. Türk dizileri bile daha ustaca kotarılmış, söyleyeyim. Benim de son istediğim şey böyle bir film izlemekti, ama insan seçeneksiz kalınca buna bile şükrediyor.

 

Kaçırdığınız heyecanlı bir film için…

Tom Cruise o koltukta tepindiğinden beri tüm inandırıcılığını kaybetti. Ama başardığı çok iyi bir şey var: İnsanı nefes nefese bırakacak kadar heyecanlı film yapmak. “Mission: Impossible” serilerinden bahsetmiyorum, ama onun uzun filmografisinin içinde “Edge of Tomorrow” ayrı bir öneme sahip. MÜ-KEM-MEL.

Çok hızlı bir spor arabada son sürat gitmek gibi. Üstelik zamanın yeniden başladığı zekice de bir film. Bugünlerde iTunes’da aksiyon filmlerinin yükseldiğini görüyorum. Arada “Edge of Tomorrow” unutulmasın, bugüne kadar izleyip de memnun kalmayanı görmedim. 

 

Evdeki malzemelerden kolay ve lezzetli bir yemek yapmak için…

Millet nasıl tuvalet kağıdı ve el temizleyicilerine saldırdıysa, bugünlerin gözde bir yemeği de konserve ton balığı. Yemek yapmayı bilmeyenlerin baş tacı ve Türkiye’nin de mutfağına bir şekilde giren bu tatsız ve yavan balık birden kıyamet günlerinde kıymete bindi. New York Times da konserve ton balığını nasıl daha lezzetli hale getirmek için bir tarif yayımladı önceki gün. İnsan evde kapalıyken dolabında bulunan ve sık sık kullandığı malzemelerle üstelik… Bu bir soğuk makarna salatası aslında. İhtiyacınız olan tek şey bir çeşit uzun makarna (tercihen udon), ton balığı, pirinç sirkesi, tatlı miso, wakame, furikake, susam yağı, soya sos… Hayır hayır dalga geçmiyorum. En azından dalga geçen ben değilim. NYT bu tarifi yayımladıktan sonra okurlar da bugünlerde bu malzemeleri nereden bulacağız diye isyan edip sayfadaki yorumları haklı olarak isyana döndürdü. İtiraf ediyorum bu miso dışında bu malzemeler dolabımda var, tarifi de denedim ama yorumları okumak yemekten daha iyi.

 

Benim dinlemediğim albümleri dinlemek isterseniz…

The Weeknd ve Childish Gambino’nun yeni albümleri geldi. Ama okumaktan ve detaylı dinlemekten fırsat bulamadım. Bir kere Gambino’nun albümünü dinledim. O ne isterse yapmaya hakkı olduğu için beğenmediğim kısımlarını bile ileride beğeneceğimi düşünüyorum. “After Hours”a ise daha gelemedim ama The Weeknd de ne yapsa güzel yapanlardan. Duyduğum kadarıyla Bella Hadid’den ayrılık acısını fena halde yansıtmış bu albüme.

 

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp

Yazarın Diğer Yazıları