Top
25/04/2023

B-belki

Brüksel’in Midi istasyonundayım ve önümde iki seçenek var. Bu şehirde kalmayacağım kesin. Trenle Paris’e gidebilirim, çünkü Paris her zaman Paris. Ya da her saat başı olan Köln trenine binip hem coğrafi hem kültürel olarak bir başka uca savrulabilirim. Kendi kendime “Şimdi olmayacaksa ne zaman?” diyorum ve yılladır ziyaret etmeyi istediğim ama sürekli bir başka zamana ertelediğim Köln’e doğru yola çıkıyorum.

Aslında bu ta liseden beri hayalimi kurduğum bir seyahat. Yıllardır Köln’e gitmek istiyorum ama kendi kendimi ikna edecek bir bahane bulamıyorum. Almanya’ya gitmek genel olarak keyif vermiyor zaten bana. Bekliyorum ki bir zorunluluk olsun, mesela bir toplantı çıksın, bir iş seyahati vesilesiyle Köln’e gideyim. Galiba hiç kimse iş için Köln’e gitmiyor, en azından çalışmaya başladığımdan beri beni götürecek bir bahane bulamadım.

Köln’e yıllardır tek bir nedenle gitmek istiyorum; bir tablo görmek için. Herhangi bir tablo değil, gördüğümden beri beni bir şekilde etkisine alan ve zaman içinde baktıkça “Acaba bu tablo hayatımın öyküsü mü?” diye düşündüren bir eser. Bazen bu tabloyu hiç görmemiş olsam hayatımın yönü biraz daha farklı olur muydu diye de aklımdan geçiyor.

*

Bundan bir süre önce bir teknede üç arkadaş para ve imkan derdi olmaksızın sadece tek bir tabloya sahip olabilme ihtimalimiz olsa neyi seçeceğimizi konuşuyoruz. İnsanın en sevdiği resimle en kıymetli resim aynı olmayabiliyor. Pek çok kişi böylesi bir soruya hesap ederek “Mona Lisa” veya “Guernica” diye yanıt verecektir. Oysa insan tek bir tabloya sahip olacaksa bu bakmaktan hiç sıkılmayacağı, her baktığında yeni bir hikaye göreceği bir eser olmalı bana göre.

Bir aralar paradan bağımsız olarak sahip olmak isteyeceğim tek tablonun “Las Meninas” olacağını düşünürdüm. Uğruna Madrid’e gittiğim bu esere her baktığımda tüylerim diken diken oluyor, hakkında en az yarım saat konuşabiliyorum. Ama özünde entelektüel bir hayranlık bu, kişisel değil. O zaman soruyu biraz daha değiştirerek sormak gerek belki de: Para ve imkandan bağımsız olarak sahip olmak istediğin ve kişisel bir bağın olan tek bir tablo hangisir?

Roy Lichtenstein’ın “M-Maybe” eseri ise kartpostal, kopya, defter kapağı gibi çeşitli şekillerde görüp görüp bıkmadığım, şansım olsa alıp evimin duvarına asacağım tek tablo olabilir.

Bugüne kadar pek çok Lichtenstein’ı özellikle ziyaret ettim. Bir-iki sene önce—yıllar bulanıklaşıyor—Hampstons’da sanatçının erken dönem eserlerini toplu halde sergileyen bir müzeye gittim. Yanımdaki kişiyle son mutlu günümüzdü; birkaç hafta sonra bana üzerinde farklı Lichtenstein resimlerinin olduğu kartpostallar bırakacak, ondan bir süre sonra da gidecekti. Ben de o kartpostalları üzerine zarf yapıştırıp kendi adresimi yazarak ona iade ettim. Bir gün bana yeniden yazmak isterse diye.

*

“M-Maybe” tablosunu ilk kez karşıma 90’lı yıllarda Kürşat Başar’ın “Sen Olsaydın Yapmazdın, Biliyorum” romanının Afa Yayınları’ndan çıkan baskısının kapağında gördüm. Sosyal medya diye bir şey yoktu, ama fısıltı gazetesi etkinliğinin doruğundaydı. Bu kitap da gençler arasında kulaktan kulağa yayılmış, alıştığımız hiçbir edebiyat kuralına uymayan bu romanı okumak bir tür cool’luk vizesi anlamına gelmişti.

Herkes ama herkes bu kitaptan söz ediyor dersem yeridir: kendi liseli dünyamızda “herkes” ne demekse ve etrafımızda kimler okuyorsa.

“Sen Olsaydın Yapmazdın, Biliyorum” benim bir gecede okuduğum belki de ilk romandı. Altını çize çize bitirmiş, ertesi gün okulda herkese bu kitaptan bahsetmiş ve isteyene ödünç vermiştim. Onlar da kitaptaki başka satırların altını çizdiler. Kitap elden ele dolaşıp bana geldiğinde hangi satır altını kimin çizdiği birbirine karışmış, farklı insanların sayfa kenarlarındaki notları iç içe geçmişti.

Bugün yeniden okuduğumda romanın hatırladığım yoğun dilinin bir liselinin algısıyla bir gecede çözülemeyecek kadar ağır olduğunu fark ediyorum. Sorgulamaların, kaygıların, temaların da. Bazılarını ezberime aldığım cümlelerin üzerinden tekrar tekrar geçerek ağır ağır okuyorum. Romandaki karakterler bir başka şehre gidiyor, başka masalardaki konuşmaları dinliyor, trenlere biniyor, kalpleri kırılıyor, birbirlerine mektup yazıyorlar, telefonda aradıklarında karşı taraf meşgul çalıyor. Özellikle bu sonuncusu şimdiki birkaç kuşak gencin anlayamayacağı, ama X Kuşağı’ndan herkesin temel kabuslarından biri: karşı taraf kiminle konuşuyor, telefonu ne zaman kapatacak, yoksa onunla mı konuşuyor…

Kürşat Başar’ın üç karakteri, Selin, Elfe ve Nevit kendilerini bir aşk üçgeninin içinde buluyorlar. Genç bir kadın sevdiği erkek tarafından en yakın arkadaşıyla aldatılıyor. Ve tıpkı Roy Lichtenstein’ın “M-Maybe” tablosunda metropol ışıklarının önünde erkek arkadaşıyla buluşmayı bekleyen süslü sarışın kadın gibi ne olduğunu merak ediyor.

Bu resim bu kitabın kapağında olduğu için benim için sonsuza dek Selin demek.

*

“B-Belki hastalandı ve stüdyoyu terk edemedi.”

Roy Lichtenstein’ın süslü sarışın kadınının aklından geçen cümle bu. Halinden, elindeki beyaz eldivenden, sokakta bir başına kalmasından ortada bırakıldığını, ekildiğini, yapılan planların iptal olduğunu anlıyoruz. Ama kadın inatla erkeği suçlamıyor. Ya da kendi kendini avutuyor. Belli ki haber verilmemiş, bir telefon bile açılmamış. Kadın yine de kötü bir ihtimali, erkeğin kendisini bir başkasına, bir başka kadına tercih edebildiğini, buluşmaları gereken o saatte bir başkasıyla vakit geçirebilme ihtimalini konduramıyor: herhalde hastalandı.

Ya stüdyo?

Erkek ya sanatçı ya müzisyen, yaratıcı sınıftan belli ki. Basquiat gibi stüdyosunda yatıp kalkıyor, üçüncü erkek ve kadınlarla burada buluşuyor olabilir. Bir memur olmadığı, sıradan bir iş yapmadığı ortada. Onu biraz da ilginç kılan bu olmalı: bir bankacı değil, sanatçı.

“Sen Olsaydın Yapmazdın, Biliyorum”un karakterlerinin de ne iş yaptığını, nasıl geçindiklerini bilmiyorum. Ama hali vakti yerinde, üst-orta sınıfa sahip, beyaz yakalı ailelerin çocukları oldukları belli. En azından birinin şoförü var, bir tanesini ailesi yurtdışında okumaya gönderebiliyor. Bir başkası da onun peşinden gidebiliyor.

Lisede bu kitabı okuduğumuzda kendi hayat maceramızın böyle ilerleyeceğini kestirebiliyor muyduk, yoksa böyle ilerlemesini mi istiyorduk? Bugün eskiden tanıdığım hemen hemen hiç kimse doğduğu şehirde yaşamıyor. Hemen hepimiz başka yerlere savrulduk, kimimiz başka insanlara dönüştük.

*

Selin, Elfe ve Nevit de büyüyüp çoluğa çocuğa karışmış olmalı. Oysa en büyük korkuları anne-babalarına dönüşmek, sıradanlaşmaktı. “Yıllar geçince biz de evlenecek miydik, çocuklarımız mı olacaktı, onları da aynı cümleleri ezberlemelerini, aynı marşları söylemelerini mi izleyecektik, bütün bunlara hiç ses çıkartmayacak mıydık, biz de bu ikiyüzlü topluluğun bir parçası mı olacaktık?” diyor Selin. “Ben asla anne olmayacağım, derdim, evlenmek bile bütün bunlara evet demek, ben bütün bunları onayladığımı gösteren o imzayı asla atmayacağım.”

Evlenen boşanan, çocuklarının geleceğini düşünen, evlendikleri insanın evlendiği yeni insanla ilişkisi üzerine yorum yapan arkadaşlarım var. Benim gibi az sayıdaki birkaç kişiyse hala bir liseli genç idealizminde yaşamaya, aklına estiği için Avrupa’da son dakikada tren yolculukları yapmaya elverişli bir hayatı tercih etti. Bu ayrıcalığı kendi kendime edindim.

Köln’deki Ludwig Museum’da “M-Maybe” tablosuna uzaktan bakıyorum, yakından bakıyorum, sağından bakıyorum, solundan bakıyorum. İlk başta gözüme sandığımdan daha büyük gözüküyor. Oysa belli bir zaman sonra insan pek az şeyi gözünde büyütüyor. Çoktandır buluşacağım insandan ses çıkmadığında “b-belki” deyip alternatif senaryolar üretmeyi bıraktım. Epey geç ve zor oldu, ama başarabildiğimi sanıyorum. Belki.

Tabloya bakıyorum, bakıyorum ve sonra saati geldiği için trene binip bir başka şehre gidiyorum. O başka şehirden uçağa binip eve dönüyorum, bambaşka bir şehirdeki arkadaşımı arayıp neler yaptığımı anlatıyorum. Tabloyu, romanı, yıllardır nasıl bu an’ı beklediğimi, kendi fırsatımı kendimin yarattığını anlatıyorum. Tam o sırada Kürşat Başar’ı aramak ve romanın kapağına neden bu tabloyu seçtiğini sormak aklıma geliyor.

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp

Yazarın Diğer Yazıları