Top
Murat Bardakçı

Murat Bardakçı

mbardakci@htgazete.com.tr

19/04/2010

İran ve Fars kültürü

İRAN’ın nükleer  programı dünyayı gerdikçe geriyor. Diplomatik girişimlerin askerî bir harekâta dönüşüp dönüşmeyeceği  tartışılıyor ve Tahran’ın böyle bir gelişmeye vermesi muhtemel  karşılıklar  da değerlendiriliyor.

Ben, meselenin askerî  tedbirlerle, yani güç kullanılarak halledilmesi şeklinde bir çözüme hiç ihtimal  vermiyorum. Sebebi de, muhatabın bir Arap devleti değil, İran olması...

Açıkça söyleyeyim:  Basınımızın ve yazarlarımızın büyük bir kısmı, İran konusunda maalesef pek  birşey bilmezler. İran, onların gözünde sarıklı ve  entarili mollaların idare ettiği,  halkının da ortaçağ  devrini hatırlatan sosyal bir hayat  yaşadığı geri kalmış bir memlekettir.

UNUTTUĞUMUZ UYGARLIK
Gözardı edilen en önemli  husus, küçümsenen İran’ın ardında çok eski ve köklü bir medeniyetin,   Fars medeniyetinin bulunmasıdır. Bizans’ın ve daha sonraları  Osmanlı İmparatorluğu’nun  idarî yapısına derinden tesir  etmiş, Türkçe’yi bile etkisi altına almış olan Fars uygarlığının izleri İran’a    herşeyi ile hâkimdir. Dünya ile kavgalı olan, son zamanlardaki nükleer teknoloji merakıyla da  batı’yı hop oturtup  hop kaldıran İran’da hem halk, hem de yönetim, 2 bin 500 senelik bu  geleneklerle hareket  eder. Üstelik yazının ve dolayısı ile dilin bin küsur senedir değişmeden kalmış olması da  kültürün kesintiye uğramadan devamını sağlamıştır ve bir ortaokul öğrencisi bile bundan
sekiz asır önce yaşamış olan Şirazlı şair Hâfız‘ın mısralarını rahat şekilde anlar.

Bir ara, galiba bir TV  programında anlatmıştım. Bundan 25 sene önceki muhabirlik günlerimde  İran’da uzun müddet bulunmuştum. İslam Devrimi’nin ilk zamanlarıydı, henüz hiçbirşey yerine  oturmamıştı,  İranlılar günü kurtaracak bir  hayat yaşıyorlardı ve herşey karmakarışıktı.

Tahran’daki yabancı gazeteciler  olarak İran’ın o günlerde en fazla sözü geçen dinî liderlerinden biri  ile görüşebilmek için yarış halinde idik.

İran’da seneler sonra  cumhurbaşkanlığına gelecek olan Hatemî, o sırada “Vezir-i İrşâd”, yani Enformasyon  Bakanı idi ve bütün taleplerimiz onun önüne gidiyordu. Bakanlıktan, bir gün  görüşmek  istediğimiz dinî liderin dört kişilik bir yabancı gazeteci grubunu kabul edeceğini söylediler.  Listede bir İngiliz, bir Alman, bir Fransız gazeteci ile beraber  Türk olarak ben vardım.

Toplandık, bir minibüsle  liderin bizleri kabul buyuracağı mekâna gittik. Girişte üstümüzün- başımızın, hatta fotoğraf makinelerimizdeki filmlerin bile  güvenlik maksadıyla dakikalarca aranmasından sonra, bir sedire oturmuş olan siyah sarıklı ve siyah sakallı Ayetullah‘ın huzuruna kabul buyurulduk.

FELSEFECİ AYETULLAH
Dört gazeteci, birkaç dakika sonra şaşkın haldeydik. Zira, “sadece bir molla” zannettiğimiz lider İngiliz gazeteci ile İngilizce, Fransız ile Fransızca, Alman ile Almanca, benimle de Horasan’a mahsus bir Türkçe ile konuşmuştu. Bütün bu lisanlara hâkim olması bir tarafa, karşımızda sanki senelerin verdiği meslekî bir tecrübe ile yorumlar yapan kıdemli bir diplomat vardı!

Mülâkatı bitirip dışarıya çıktığımızda, hemen oradaki devrim muhafızlarından birine Kum’daki medreselerden birinden mezun olduğunu zannettiğim Ayetullah‘ın tahsilini sordum. Aldığım cevap “Heidelberg Üniversitesi’nde felsefe doktorası yapmıştır” oldu!

İslam Devrimi sonrasında Irak ile giriştiği o saçma sapan savaş yüzünden bir toplu iğne imal edebilecek sanayii bile kalmayan İran’ın bugün nükleer güce sahip olmak üzere bulunmasının ardında, bu kültür devamlılığının büyük etkisi vardır.

İran’ın nükleer güç olması en başta Türkiye için büyük bir tehdittir ama tehdidin asıl kaynağını bilmeyerek muhatabımızı küçümsememiz de, en azından gaflettir.

mbardakci@htgazete.com.tr

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp