İRAN’ın nükleer programı dünyayı gerdikçe geriyor. Diplomatik girişimlerin askerî bir harekâta dönüşüp dönüşmeyeceği tartışılıyor ve Tahran’ın böyle bir gelişmeye vermesi muhtemel karşılıklar da değerlendiriliyor.
Ben, meselenin askerî tedbirlerle, yani güç kullanılarak halledilmesi şeklinde bir çözüme hiç ihtimal vermiyorum. Sebebi de, muhatabın bir Arap devleti değil, İran olması...
Açıkça söyleyeyim: Basınımızın ve yazarlarımızın büyük bir kısmı, İran konusunda maalesef pek birşey bilmezler. İran, onların gözünde sarıklı ve entarili mollaların idare ettiği, halkının da ortaçağ devrini hatırlatan sosyal bir hayat yaşadığı geri kalmış bir memlekettir.
UNUTTUĞUMUZ UYGARLIK
Gözardı edilen en önemli husus, küçümsenen İran’ın ardında çok eski ve köklü bir medeniyetin, Fars medeniyetinin bulunmasıdır. Bizans’ın ve daha sonraları Osmanlı İmparatorluğu’nun idarî yapısına derinden tesir etmiş, Türkçe’yi bile etkisi altına almış olan Fars uygarlığının izleri İran’a herşeyi ile hâkimdir. Dünya ile kavgalı olan, son zamanlardaki nükleer teknoloji merakıyla da batı’yı hop oturtup hop kaldıran İran’da hem halk, hem de yönetim, 2 bin 500 senelik bu geleneklerle hareket eder. Üstelik yazının ve dolayısı ile dilin bin küsur senedir değişmeden kalmış olması da kültürün kesintiye uğramadan devamını sağlamıştır ve bir ortaokul öğrencisi bile bundan
sekiz asır önce yaşamış olan Şirazlı şair Hâfız‘ın mısralarını rahat şekilde anlar.
Bir ara, galiba bir TV programında anlatmıştım. Bundan 25 sene önceki muhabirlik günlerimde İran’da uzun müddet bulunmuştum. İslam Devrimi’nin ilk zamanlarıydı, henüz hiçbirşey yerine oturmamıştı, İranlılar günü kurtaracak bir hayat yaşıyorlardı ve herşey karmakarışıktı.
Tahran’daki yabancı gazeteciler olarak İran’ın o günlerde en fazla sözü geçen dinî liderlerinden biri ile görüşebilmek için yarış halinde idik.
İran’da seneler sonra cumhurbaşkanlığına gelecek olan Hatemî, o sırada “Vezir-i İrşâd”, yani Enformasyon Bakanı idi ve bütün taleplerimiz onun önüne gidiyordu. Bakanlıktan, bir gün görüşmek istediğimiz dinî liderin dört kişilik bir yabancı gazeteci grubunu kabul edeceğini söylediler. Listede bir İngiliz, bir Alman, bir Fransız gazeteci ile beraber Türk olarak ben vardım.
Toplandık, bir minibüsle liderin bizleri kabul buyuracağı mekâna gittik. Girişte üstümüzün- başımızın, hatta fotoğraf makinelerimizdeki filmlerin bile güvenlik maksadıyla dakikalarca aranmasından sonra, bir sedire oturmuş olan siyah sarıklı ve siyah sakallı Ayetullah‘ın huzuruna kabul buyurulduk.
FELSEFECİ AYETULLAH
Dört gazeteci, birkaç dakika sonra şaşkın haldeydik. Zira, “sadece bir molla” zannettiğimiz lider İngiliz gazeteci ile İngilizce, Fransız ile Fransızca, Alman ile Almanca, benimle de Horasan’a mahsus bir Türkçe ile konuşmuştu. Bütün bu lisanlara hâkim olması bir tarafa, karşımızda sanki senelerin verdiği meslekî bir tecrübe ile yorumlar yapan kıdemli bir diplomat vardı!
Mülâkatı bitirip dışarıya çıktığımızda, hemen oradaki devrim muhafızlarından birine Kum’daki medreselerden birinden mezun olduğunu zannettiğim Ayetullah‘ın tahsilini sordum. Aldığım cevap “Heidelberg Üniversitesi’nde felsefe doktorası yapmıştır” oldu!
İslam Devrimi sonrasında Irak ile giriştiği o saçma sapan savaş yüzünden bir toplu iğne imal edebilecek sanayii bile kalmayan İran’ın bugün nükleer güce sahip olmak üzere bulunmasının ardında, bu kültür devamlılığının büyük etkisi vardır.
İran’ın nükleer güç olması en başta Türkiye için büyük bir tehdittir ama tehdidin asıl kaynağını bilmeyerek muhatabımızı küçümsememiz de, en azından gaflettir.
mbardakci@htgazete.com.tr