Top
Markar Esayan

Markar Esayan

markar.esayan@aksam.com.tr

05/04/2016

Avrupa’nın kendini eleştirme gücünü kaybetmesi...

Rönesans’ta sanatsal ifadesini bulan, sonrasında reformasyon, keşifler, modern bilimin Galile tarafından temellerinin atılmasından, sanayi devrimlerine uzanan süreci kapsayan “Aydınlanma” paradigmasının pek çok müsbet ve menfi özelliklerinden bahsedilebilir…

Ama insan uygarlığının en sarsıcı dönemlerinden olan bu sürecin en temel özelliği “kendini eleştirme” özelliğinin bulunmasıydı. Bu eleştiriler geleneksel yapıya yöneliyordu. Ama zaten Aydınlanma da öyle bir günde uzaydan inmiş bir mucize değildi. Geleneksel yapının bizzat içinden çıkmıştı. Aydınlanma radikalliğe savrulduğunda, kendisine öncesiz ve sonrasız bir kutsiyet atfettiği için, bugün çoğu Batılı gibi bizler de onun kendinden menkul bir evrenselliğe sahip olduğunu varsayabiliyoruz. Oysa, ta 11. yüzyıllarda Batıl Kilisesi içinde, mesela Aziz Anselm, Aziz Abelard ve Aquino’lu Thomas gibi önemli din adamları, Tanrısal olan ile doğal olan arasında bir ayırıma gitmişlerdi. Görecelik Antik Grek’ten sonra yeniden gündeme girmiş ve hakikatin pek çok kavrama biçimi olduğu kabul görmeye başlamıştı. Çağdaş bilim, özellikle sosyal bilimler, ulus devletler, bu ayrımın sonucu olarak tedrici olarak birkaç yüzyılda, bu geleneksel, Allah/vahiy merkezli dünya anlayışı içinde gelişti. İşte o dönemde, Avrupa bu geleneksel yapıya, yani kendi o günkü kültür yapısına olduça ciddi eleştiriler getirebilme yeteneğini kazanmıştı. Bu yetenek Batı uygarlığının önemli başarılara imza atmasını sağlamıştı. Çünkü bu özgüveni arttıran bir durumdu. Dogma tanımıyor, böylelikle değişim üzerindeki psikolojik sınırları yıkıyordu. Ancak statüko oluştuktan, yani “Kurucu öteki/ezeli rakip” Osmanlı İmparatorluğu yıkıldıktan, kolonyalizm tüm dünyayı tahakküm ettikten, Batılı yaşam biçimi de “Evrenselmiş” kabulünü kazandıktan sonra, bu kendine dönük özeleştiri müessesesi yerini kibire, tamamlanmış ve mükemmelleşmiş Batı algısına bıraktı. Bugün Türkiye, Batı’dan en ciddi çifte strandart uygulamasına maruz kalıyorsa, bunun tabii ki kurulan ittifaklar, azılı rekabet ve real politik ile ilgisi var. Ama bu sadece bir rekabet biçimi olmanın ötesine taşıyor. Suriye’de 500 bin masum öldürülürken, iyi/kötü terör örgütü ayrımlarına gitmek, bana dokunmayan yılan bin yaşasıncılık oynarken, bu içsavaşları Ortadoğu’yu en ucuz şekilde kontrol etmenin fırsatı olarak görmek, Mursi’ye yapılan darbeyi kutsamak, Gezi’ye, Paralel ve PKK’ya destek vermek, bir temel bunalımın işareti. Bu bunalım, Batı’nın bizzat kalbinde yeni tür Nazizmi hortlatıyor ve liberal demokrasileri ırkçı hareketler ile tehdit ediyor. Kendi vatandaşlarına dahi, sadece Müslüman, Asyalı veya siyahi oldukları için beyaz ırkçılık uygularken, bununla barışık yaşayabiliyor. Kendisine hayran, kibirli halleriyle dünyanın tahakküm edilmesindeki ısrar reaksiyona girerek ortaya Dr. Frankenstein’ın canavarını çıkarıyor. Batı, kendini eleştirme gücünü kaybettiği için, ciddi bir bilim, sanat, kültür ve tabii ki doğal sonuç olarak bir kimlik krizi yaşıyor. DAEŞ’e Batılı gençlerin bu ilgisi, kimlik krizinin bir sonucu. Ve Batı, bu krizi atlatmak için Türkiye’nin yardımına öyle muhtaç ki, ama bunu henüz görebilmiş değil.

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp

Yazarın Diğer Yazıları