Top
Ayşe Hür

Ayşe Hür

hurayse@hotmail.com

06/12/2015

Canip Yıldırım ve Necip Fazıl'dan 1937 Karaköprü Faciası

Geçtiğimiz hafta Türkiye İşçi Partisi (TİP) kurucularından, 49’da Davası’nın (Okumak için tıklayın) ve 12 Mart 1971 Muhtırası’nın mağdurlarından, Diyarbakırlı Avukat Canip Yıldırım’ı 92 yaşında kaybettik. Sevenlerinin başı sağolsun. Kendisini, mücadelesini Celal Başlangıç’ın 10 yıl önce yazdığı “Tarihe tanık bir yaşam (Okumak için tıklayın) başlıklı yazıdan birazcık da olsa öğrenebileceğinizi düşünüyorum. Son dönemde özellikle Diyarbakır coğrafyasında yaşanan kanlı olayların tarihsel arka planını anlatmak için kaleme aldığım yazılardan biri de, Canip Yıldırım’ın Hevsel Bahçesinde Bir Dut Ağacı (Yayına Hazırlayan: Orhan Miroğlu, İletişim, 2005) adıyla basılan anılarında geçen ‘Karaköprü Hadisesi’…Ben başlıkta Necip Fazıl’ın ‘Karaköprü Faciası’ adlandırmasını kullandım, bunun nedenini yazının sonunda anlayacağınızı umuyorum...

İKİ AİLE ARASINDAKİ HUSUMET

Canip Yıldırım şöyle anlatıyor ‘hadise’nin arka planını: “1930’lu yıllarda Diyarbakır'ın en güçlü ailelerinden Cemilpaşa ile Pirinççizadeler arasında husumet vardı. Pirinççizadeler devletten yana olan ailelerin en başında geliyordu. Buna karşılık Cemilpaşa ailesi devletin uygulamalarına karşı bilinen ve devlet tarafından ‘tehlikeli’ kabul edilen bir aileydi. [Bu iki aileye dair okuma önerilerim yazının sonunda.] Devletin gazabından kurtulmak için Suriye'ye kaçan Cemilpaşa ailesinden Muhammed Bey, belli bir bölgede nüfuz ve otorite sağlıyor. Elinin altında binlerce dönüm arazisi ve silahlı adamları var. Muhammed Bey, başlarında Muşlu Fesih'in yer aldığı silahlı adamlarını bir gece Diyarbakır'a gönderiyor. Amacı, düşmanı Pirinççizadelere ait un fabrikasını tahrip etmekti. Ancak Diyarbakır'a varamadan güneş doğunca (…) adamlar ‘hadi eli boş dönmeyelim’ diyerek yoldan geçen araçları durdurmaya başlıyorlar. Durdurulan araçların sayısı 17'yi buluyor. Bunların arasında keşfe giden hâkim, savcı, adliye kâtibi ve jandarmaları taşıyan araç ile yolcuları arasında babamın da yer aldığı bir kamyon vardı. Babam Osman Şahap Bey, Mardin'de Ziraat Şefi’ydi. Mardin Valiliği'nin mobilya ihtiyacı için sipariş vermeye gittiği Diyarbakır'dan Mardin'e dönüyordu. O sırada ilkokul 3'üncü sınıftaydım, hadiseyi babamdan dinledim. Kamyonun şoför mahallinde oturan Yüzbaşı Şerafettin Bey, adamları gümrük muhafaza memuru sanarak küfürle karışık ‘Artık devlet memurlarını da mı durduruyorsunuz?’ diyor. Bunu duyan Muşlu Fesih kamyonun kapısını açıp yüzbaşıya yöneliyor. Eşi Müşerref Hanım, kocasını öldüreceklerini anlıyor ve Fesih'in eline kapanıyor ‘Kocamı bana ve kızıma bağışlayın. Beni dul, kızımı da babasız bırakmayın’ diye yalvarıyor. Fesih, ‘Korkma kızım’ diyor ve yüzbaşıyı yakasından tutup arabadan indiriyor; ‘Karına ve kızına dua et. Yoksa seni köprünün birinci ayağında kesecektim. Evimize gelirsiniz, altınıza iki döşek, sırtınıza iki yastık koyarız. Sizi memnun etmek için etrafınızda dolanırız. Siz ise bizim namusumuza göz dikersiniz’ diyor.

Kadınları bir tarafa, erkekleri başka tarafa diziyorlar. Erkeklerin üzerindeki para ve kıymetli eşyaları toplarken, kadınlara ‘Namahremsiniz size dokunamayız. Gönlünüzden ne koparsa onu verin’ diyorlar. Fılite Kıto adlı soyguncu, kadınlardan birinin kolundaki bileziği çıkarmaya çalışırken Muşlu Fesih'e yakalanıyor. Fesih, elindeki kırbacı Fılite Kıto'nun suratına indiriyor. Yanağı yarılıyor ve kanamaya başlıyor. Fesih, Fılite Kıto'ya ‘Ulan biz namus için dağa çıktık. Bir kadının kolundaki bileziği nasıl çıkarmaya kalkışırsın?’ diye çıkışıyor. Adamlar işlerini bitirdikten sonra Suriye'ye dönüyorlar. Bir süre sonra Suriye'nin Amude şehrinde Araplar, Kürtler ve arasında etnik çatışma baş gösterince Fransa devleti [o tarihte Suriye, Fransa'nın mandasıydı] eşkıyaları Türkiye'ye teslim ediyor.”

Canip Yıldırım bundan sonrasını da anlatıyor ama bu bölümü bir başka kaynaktan Çünkü, bazıları olanları ‘solcu’, ‘Kürtçü’ diye bildikleri Canip Yıldırım’ın ‘uydurduğunu’ sanabilir. Bu bazıları, olan biteni bugün iktidardakilerin adeta idolü olan Necip Fazıl Kısakürek’ten dinlerlerse belki daha çok inanırlar. Ancak olan bitenin anlatımına geçmeden bir parantez açmak istiyorum.

NECİP FAZIL’DAN ‘DOĞU FACİASI’

 

Yaşam öyküsünü daha önce anlattığım Necip Fazıl (okumak için tıklayın) CHP iktidarını eleştirmek için, resmi tarihin karanlık odalara tıktığı olayların üstüne gitmişti. 27 Ocak 1950 tarihli Büyük Doğu’da tefrika edilmeye başlayan “Doğu Faciası” başlıklı yazı dizisinde (‘Dedektif X Bir’ mahlasını kullanmıştı), 1937-1938 “kanlı Dersim hareketi”nde “en aşağı 50 bin” “saf ve masum Müslüman’ın, çocuk, genç, ihtiyar, kız, kadın, hasta, alil, ısırgan otu gibi doğranması” olayı son derece etkili bir dille ve örnekler verilerek anlatmıştı. Bildiğiniz gibi 15 Kasım 20015 günü, Dersim’in kanaat önderlerinden Seyit Rıza ve altı arkadaşının idam edilişinin 78. yıldönümüydü. (Dersim Harekatları/Katliamları hakkındaki yazılarımdan bir kaçının linkini sayfanın sonunda bulabilirsiniz.) Yazarın yaklaşımı hakkında fikir vermesi için yazıdan bir kaç pasaj aktarmak istiyorum.

“TARİH BOYUNCA MEYDANA GELEN FACİALARIN EN BÜYÜĞÜ

(…)

5- Dersim isimli vatan parçasında cereyan eden bazı münferit şekaviet ve isyan halleri, bunların tedip ve tenkili bahanesiyle bütün masum sekenesiyle kökünden kazınması gibi bir hakerete vesile olmuş ve birkaç yüz veya birkaç bin sergerdenin kanuna zıt vaziyeti, on binlerce saf ve masul Müslümanın, çocuk, genç, ihtiyar, kız, kadın, hasta, alil, ısırgan otu yolunur gibi doğranması işinde sebep (!) rolüne çıkarılmıştır.

6- O zamanki hükümetin, o bölgede bir türlü tesis edemediği huzur ve bir türlü kök saldıramadığı rejim kaygısı, nasıl böyle bir harekete cevaz bahşedebilir ki, böyle olunca, bir babanın terbiye edemediği çocuğunu öldürmesi ve bir öğretmenin ders anlatamadığı talebesini zehirlemesi lazım gelir. Kaldı ki, baba, kusurlu çocuğuyla beraber onun etrafındaki günahsız seyirci çocuklarını ve öğretmen, bütün sınıfını zehirleyecek olursa, bu tarihi itisafların en büyüklerinden biri olur. (…) 9- En aşağı 50 bin Müslüman’ın kanını ve canını ihtiva etmesi bakımından, böylece, kalın hatlariyle bir harita gibi çizdiğimiz ve şu anda yalnız ana prensip ve manasiyle tespit ettiğimiz bu facianın, gelecek sayımızda iç bünyesine ve mahrem iklimine gireceğiz. (…)

Örnekler: Aşağıdaki örnekler, üzerinde dağ gibi bir silindir geçmiş ve kanlı bir pestile dönmüş bir vücuda ait öyle kan pıhtılarıdır ki, vücudun ne çektiğini ifade etmek bakımından son derece veciz birer sembol mahiyetindedir. Her şey bunlara kıyas edilerek, on binler çapında mikyaslandırılabilir:

1- Elazığ Ortaokulunda okuyan iki çocuk… Tatili geçirmek üzere memleketleri olan Hozat’a geliyorlar ve facianın tam  üstüne düşüyorlar. Hozat yakınlarındaki (köyün ismi vesikada okunamamıştır) A köyüne geldikleri zaman babaları Yusuf Cemil’in öldürülmüş olduğunu öğreniyorlar. Ana baba günü… Çocuklar birkaç gün dağda ve kırda başıboş dolaştıktan sonra Hozat Kaymakamına başvuruyorlar: ‘Babamızı suçsuz olarak öldürttünüz, bari bizi bir tarafı gönderin de başımızı sokacak bir yer bulabilelim!’… Aldıkları cevap şudur: ‘Şimdi sizi rahat edebileceğiniz bir yere, babanızın yanına göndereceğiz!’ Çocuklar odadan sürükletilerek çıkartılıyor ve jandarma muhafazasında gittikleri yolda süngületiliyorlar. Böylece babalarının yanına gönderilmişlerdir.

(…)

3- Birinci maddedeki Yusuf Cemil’in köyünden 200 kadın ve çocuk öldürtülmüş ve bunların cesetleri buğday sapları üzerinde yakılmıştır. Öldürülenler arasında Elazığ’da askerliğini yapan ve o sırada izinli olarak köyünde bulunan Rüstem adlı biri de vardır. Bu zavallı, mezun olduğunu ve isterlerse hüviyet ve izin kağıdını gösterebileceğini söylediği halde derdini dinletemiyor ve dört çocuğu ve seksenlik anası arasında, onlarla beraber kurşunlanıyor.

(…)

5-Bu aralık Hozat’ın Zımbık köyünde Şekspir’in hayaline bile taş çıkartacak bir vak’a cereyan etmektedir. Erkekleri tamamiyle doğranmış olan köyün 100 kadar kadın ve çocuğu sivri uçlu aletle öldürülüyor. Öldürülen kadınlar arasında biri, doğurmak üzere olan bir gebedir. Bu kadının karnına giren sivri uçlu alet, barsaklarını yere döküyor, rahmini parçalıyor ve kendisini öldürüyor.

(…)

7- Mazgirt Tersemek nahiyesinin halkı doğranmakta… Merhamet sahiplerinden biri, birle on yaşı arasında 20 kadar çocuğu alıp bir derenin içine saklamıştır. Vaziyet birden haber alınıyor. Çocukların öldürülmeleri emri veriliyor. Fakat bu emri yerine getirebilecek kimse zuhur edemiyor. En katı yürekliler bile, böyle müdafaasız masumlara silah kullanamıyacaklarını söylemeğe mecbur kalıyorlar. Tecrübe birkaç defa akamete uğruyor ve hayli sıkıntı mevzuu oluyor. Nihayet en kara yüzlü çingeneden daha karanlık suratlı bir adam bulunuyor ve bir derece içinde titreşe titreşe bekleyen 20 masumun işi bitiriliyor.

8- Murat suyunun kandan kapkızıl aktığını görenler olmuştur.

9- Celal Bayar’ın Başvekil ve Mareşal Fevzi Çakmak’ın Genelkurmay Başkanı bulunduğu 1938 yılında cereyan eden Dersim faciası, her türlü tavsifin [nitelemenin) üstündedir.”

(Harekatın ardından Türkiye’nin dört bir yanına sürülen Dersimlilerden bir grup. 1938)

 

ATIŞ POLİGONU OLARAK DERSİM

Necip Fazıl yazının 10 Şubat 1050’de yayımlanan ikinci bölümünde genel bir değerlendirme yapıyor. Bu bölümde, “Tunceli’nin 108 bin insanın 15 bin kadarının” “Kürt zannedilmek ve yarısından fazlası Alevi olmak şartıyla” “aslında “saf ve halis Türk” ve “asli ve mümessil unsurlarıyla Müslüman” olduğuna dair bildik milliyetçi-mukaddesatçı tezleri tekrarlıyor. “Son ınkılap kansızca ve açıkgözce teslim aldığı Anadolu bütününü, teslim aldıktan sonra yıldırmak (!) için Dersim’i (poligon) olarak kullanmış ve bu poligon’un hedefleri içine gebe kadınların çıkık karınlarına ve ağzı süt kokan çocuklarına kadar en aziz eşyayı merhametsizce dahil etmiş ve on binlerce cana kıymıştır…” dedikten sonra tekrar failleri sayıyor: “Dersim Faciası yarının tarih savcısı elinde büyük amme davası olarak açılacak olan 1 numaralı dava dosyasını gösteriyor. Bu dosyada 1 numaralı mesul, son 25 senelik ruhi izmihlalin 1 numaralı müessiri (İnönü’yü kastediyor olmalı), 2. ve 3. numaralılar da şanlı demokrat Celal Bayar ile maalesef görünüşiyle içi ve mazisi birbirine uymıyan Mareşal Fevzi Çakmak’tır. Öbür numaraları kaydetmeğe bile değmez.” 

NECİP FAZIL’DAN KARAKÖPRÜ FACİASI

Büyük Doğu’nun 17 Şubat 1950 tarihli nüshasında bu sefer, ‘Menemen Fatihi’ lakaplı Mustafa Muğlalı Paşa’nın 1943 Van-Özalp’te icra ettiği ‘33 Kurşun Olayı’ eleştirildi. (Bu olayı şu yazımda -okumak için tıklayın- anlattığım için Necip Fazıl’ın yazısından bölümler vermeyeceğim.) Derginin 24 Şubat 1950 tarihli 20. sayısında ise “Karaköprü Faciası ve Çekilen Dayaklar” başlıklı yazı yayımlandı.

Bakın, Canip Yıldırım’ın ayrıntılı biçimde anlattığı olayların ardından neler olmuş:

(…)

2- Hâdise şöyle başlamıştır: Mâlum sene içinde, Suriye tarafından gelen bir takım şakîlerin hududumuzu tecavüz ettikleri, etraf ile muharebe vasıtalarını tahrip ettikleri ve Diyarbakır’ın Karaköprü [‘Pıra Reş’ diyor]  mevkiînde yolcuları soymaya başladıkları haberi yayılıyor.

3- Bunun üzerine bazı mahallî memurlar ve ezcümle Mardin Valisi Fehmi Vural ile Birinci Umumî Müfettiş Abidin Özmen derhal şöyle bir tedip hareketine geçiyorlar: Alâkalı vilâyetlerin köylerinden bir takım masum vatandaşları gelişigüzel topluyorlar; ve Mardin’den Diyarbakır’a, Diyarbakır’dan Mardin’e, sanki ifadeleri alınacak ve muameleleri tamamlanacakmış gibi, 14’er kişilik gruplar halinde sevke başlıyorlar.

4- Sevk esnasında jandarmalar bu masumları Karaköprü Mevkiî’nde kurşundan geçiriyor. ‘Kaçarlarken vuruldular!’ diye bir zabıt tertibi de ihmal olunmuyor.

5- Bu şekilde, sayıları yüzlerce vatandaşı geçen müteaddit kafileler hep aynı pusuya düşürülüyor.

6- Nihayet en son 14 kişilik kafile gûya Diyarbakır’a götürülürken, sarp bir noktada durduruluyor ve jandarma çavuşu kendilerine haykırıyor: ‘Abdest alıp namaz kılınız. Şimdi sizi vuracağız!’ 14 vatandaştan ibaret son 14 kurbanlık koyun abdest alırken, Rahmanî bir kader cilvesi olarak, yol üzerinde birkaç otomobil peydahlanıyor. Otomobil yolcularının içinde bir general, bir de mülkiye müfettişi vardır.

7- Yolcular, jandarma çavuşundan işin mahiyetini öğrenmek istiyorlar. Jandarma çavuşuna nasıl bir emir verildiğini öğrenince de derhal müdahale edip 14 kişilik son kurbanlık koyunlar postasını kurtarıyorlar, beraberlerine alıp Mardin’e götürüyorlar.

8- Mucizevî şekilde Allahın kurtardığı bu son grup için de bir de seksenlik ihtiyar vardır.

9- Suriye hududundan birtakım şakîlerin geçtiği ve halkı soymaya başladığı ise masaldan ibarettir. Ne Suriye’den gelen, ne de o tarafa giden vardır. Bu havadis sadece bir bahaneden ibarettir. Maksat, (Kim bilir kendilerince sebep nedir?) sadece sebepsiz ve kanunsuz olarak müdafaasız insanları hayat defterinden kazımaktır.

(Yöre halkının Pıra Reş dediği altı kemerli köprü, Roma döneminde yapılmış.)

(…)

12- Bu civarın ahalisine muhtelif zaman ve mekânlarda ne gibi muameleler tatbik edildiğini anlamak için 1933 yılında silâh toplamak vesilesiyle yapılan zulümleri sıralamak yeter. Sıralıyoruz:

13- Mardin’in Derik kazasında silâh toplama vesilesiyle Kahveci Abdülgafur’a dayak atılmış ve bu zavallı dövülürken, danalar gibi böğürmesini duyurmamak için davul zurna çalınmıştır.

14- Derik’li Mahmut oğlu Davut, aynı vesileyle,öyle bir dayak yemiştir ki, gözleri bu dayağın tesiriyle kör olmuştur. (Halen yaşıyor).

15- Çınar ilçesinin Bahteri köyünden Molla Ali oğlu Şeyhmus, aynı silâh toplama vesilesiyle dövülmüş; ve her 20 sopada bir başına su dökülmüştür. Bu şahsı döverken üç jandarma, nöbetle sopa atmış, bu arada tam 6 adet sopa kırılmıştır. (Halen yaşıyor).

16- Çınar ilçesinin Tezharap köyünden kâhya Muhiddin Yardımcı, yerinden uzun müddet kımıldamıyacak kadar dövülmüş ve onun da gözleri, neticede göremiyecek hale gelmiştir. (Halen yaşıyor).

17- Yine Tezharap köyünden 60’lık bir ihtiyar olan Sofu Resul, iğde dallariyle dövülmüş ve bu sopalar kırılınca kazma sapiyle dövülmeğe devam olunmuştur. Sofu Resul’un kardeşi Abdürrezzak ve ayrıca Talo isimli bir şahıs da hadsiz ve hesapsız dövüldükten, kıpırdamaz hale getirildikten sonra birer merkebe ters bindirilmişler; evvelâ Altunakar, sonra Güzelşeyh köyne götürülüp, orada, karargâh kuran tedipçilerin nümunelik kurbanlarını teşkil etmişlerdir.

18- Karargâh ittihaz edilen Güzelşeyh köyünden hareket edilerek her gün bir köy basılmış, bu arada Şükrülü ve Dikili köyleri, bütün sekenesiyle sopadan gemiştir. Dikili köyü imamı ve hocası da sabaha kadar dövülenler ve eşeğe ters bindirilip dayak yiye yiye karargâh köyüne sevkedilenler arasındadır.

19- Tarihin bir mislini görmediği ve insanların kâbuslarda bile eşine rastgelemiyeceği bu işlerin hesabı ne gün sorulacaktır?”

UMUM MÜFETTİŞ ‘ÖKÜZMEN’

CHP’ye yüklenmek için, Canip Yıldırım’ın anlattığı yol kesme, soygun, tehdit vs. kısmını atlıyan Necip Fazıl’ın, cezalandırma bölümünü de abartmış olması ihtimal dahilinde çünkü birazdan sözünü edeceğim bir kaynakta 40, bir başkasında ise 103 kişinin ‘yargısız infaz’a kurban gittiği anlaşılıyor. Sonuçta sayı ne olursa olsun, devletin doğrudan suçlularla değil, suçlunun dahil olduğu etnik grubun içinden körlemesine seçtiği kişilerle doğrudan gruba mesaj gönderdiğini görmek zor değil.

Tahmin edileceği gibi yazı büyük gürültü koparmıştı. 3 Mart 1950’de Necip Fazıl tekrar tutuklandı ve mecmua 18 Ağustos 1950 tarihine kadar yayınlanmadı. Ancak mecmua kapalıyken, 14 Mayıs 1950 seçimleri oldu ve iktidara ezici bir çoğunlukla Demokrat Parti (DP) geçti. Yeni dönemde Necip Fazıl’ın dilini tutacak bir şey yoktu. Nitekim mecmuadaki CHP, İnönü ve Atatürk eleştirileri iyice keskinleşti. Ancak bundan sonrası konumuzun dışında.

Tekrar Canip Yıldırım’ın anılarına dönersek, Canip Bey 1935-1943 yılları arasında Birinci Umum Müfettiş, 1943-1948 arasında İkinci Umum Müfettiş olan Abidin Özmen ve uygulamaları hakkında ilginç bilgiler veriyor. (Bir zamanların ‘Olağanüstü Hal Valiliği’ne eş değer bir idari yapılanma olan Birinci Umum Müfettişlik 1927’de kurulmuştu ve Hakkari, Van, Muş, Bitlis, Siirt, Genç, Diyarbekir, Mardin, Urfa, Siverek, Elaziz, Dersim, Malatya, Ergani, Bayezit vilayeti ile Pülümür, Kiğı ve Hınıs kazalarını kapsıyordu. 1934’te kurulan İkinci Umum Müfettişlik Bölgesi Trakya idi. 1935’te kurulan Üçüncü Umum Müfettişlik, Erzurum, Kars, Gümüşhane, Erzincan, Trabzon, Ağrı illerini kapsıyordu. 1936’da Elazığ, Tunceli, Bingöl illeri Birinci Genel Müfettişlik’ten ayrılarak Dördüncü Genel Müfettişlik Bölgesi oluşturuldu. Umum Müfettişler de bir nevi sıkıyönetim komutanıydılar. Umum Müfettişler sınırsız yetkilerle donatılmışlardı.)

 (Abidin Özmen, Celal Bayar ve Atatürk, Diyarbakır’da, 15 Kasım 1937)

 

 

DAYAKLA TOPLA, PARAYLA SAT!

 Canip Yıldırım, devletin her daim başvurduğu ikili/sinsi politikalara dair şunları anlatıyor: “Abidin Özmen, orta boylu, şişman, sevimsiz, kulakları çok kıllı bir adamdı. Halk, bu uygulamalarından dolayı ona ‘Öküzmen’ adını takmıştı. (…) 1936 yılında asker köylerde silah araması yapıyor. Silahı olanlar teslim ediyor, olmayanlar dayaktan kurtulmak için parayla temin ediyor. Diyarbakır Valisi Faiz Bey, zaman zaman Şeyh Said’in torunlarından]  Şeyh Sıddık'ı köşkünde ziyaret ediyordu. Şeyh Sıddık, bu ziyaretlerden birinde valiye olan biteni anlatıyor, bazı askerlerin toplanan silahları silahı olmayan köylülere parayla sattığını söylüyor ve ‘Bana imkân verin bunu size ispatlayayım’ diyor. Vali de kabul ediyor.

Bunun üzerine Şeyh Sıddık, Hücceti köyünden Sadi Sadun ve Göktepe köyünden Mehmet Durmaz (Hamme Asya) vasıtasıyla 13 adet silah satın alıp köşke getiriyor. Sonra da Vali Faiz Bey ile Defterdar Basri Konyar'a haber yolluyor. Silahlar Vali Konağı'na getiriliyor, burada seri numaraları kaydedildikten sonra ‘jandarma buldu’ denerek orduya teslim ediliyor.  Aynı kişiler, aynı yollardan bu defa 20 adet silah satın alıyorlar. Vilayete götürüp daha önce alınan 13 silahın seri numaralarıyla karşılaştırdıklarında, 6 silahın daha önce orduya teslim edilen silahlarlarla aynı seri numarayı taşıdıkları görülüyor. Köylülerden toplanan silahlar Diyarbakır Ulu Cami'deki Şafiiler bölümünde depolanıyordu. Sorumlular görevden alındı ve yapılan soruşturmada, depoda görevli askerlerin silahları caminin tavanında açtıkları delikten iple çekerek çıkardıkları ve daha sonra bunları piyasada sattıkları anlaşıldı.

‘SUYUMU BULANDIRDIN’ CEZASI

Umum Müfettiş Abidin Özmen ve Kolordu Komutanı (Galip Deniz veya Kenan Paşa’ydı) Diyarbakır Valisi Faiz Bey'e ‘Sahamıza girdin, ordunun şerefiyle oynadın’ diye kızıyorlar. Özmen, Şeyh Sıddık'a da ‘siyasi gücümü sarstı’ diyerek kinlendi ve onu tutuklattı. Kardeşi Celal, Kızıltepe'ye kaçtı, ikisinin de ailesini Kütahya'ya sürgün ettiler. Şeyh Sıddık’ı Abidin Özmen'in hazırladığı düzmece bir belgeyle Fransa'ya casusluk yapmakla suçladılar, ama tutturamadılar. Mahkemede beraat etti. Cezaevinden çıktıktan sonra çocuklarının yanına gitmek üzere trene bindi. Askerler Yolçatı'da indirip Karaköprü'ye götürdüler ve burada kurşuna dizdiler. Cesedine köylüler sahip çıkıp köprünün yanına defnettiler. (Öldürülme nedeni) Cezaevi’nden çıktıktan sonra istihbarat elemanları ‘Sıddık artık çıktın’ deyince ‘Sesimi Çankaya'dan duyacaksınız’ diye karşılık vermiş. Yani yapılanları Çankaya'ya çıkıp Atatürk'e şikâyet edeceğini ima ediyor. Ajanlar bunu Abidin Özmen'e ulaştırınca Çankaya'ya çıkmasını engellemek için apar topar trenden indirip kurşuna diziyorlar.”

 Gerisini Hevsel Bahçelerinde Bir Dut Ağacı anı kitabından okuyabilirsiniz.

KARAKÖPRÜ FACİASI SORUŞTURULDU MU?

DP Dönemi’nde Dersim Harekatı/Faciası/Katliamı (hatta bazı kriterlere göre Soykırımı) soruşturulmadı ama ’33 Kurşun Olayı’ soruşturuldu. Soruşturuldu ve 33 Kurşun’un asli faili Mustafa Muğlalı Paşa yargılandı. Ama sonra olanlar ve Muğlalı’nın devletin ‘şeref listesi’ndeki yerini hiç kaybetmediğini biliyoruz. (Ayrıntıları şu yazımdan okuyabilirsiniz: Okumak için tıklayın)

Peki, Karaköprü Faciası soruşturuldu mu? Elbette hayır! DP Diyarbakır Milletvekili Mustafa Ekinci'nin 1952 yılında konuyu Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne (TBMM) taşımasına rağmen, katliamı gerçekleştirenler hakkında bir işlem yapılmadı. Sırasıyla AKP ve HDP Milletvekili Dengir Mehmet Mir Fırat “İçel Milletvekili olan rahmetli amcam Hüseyin Fırat da bu soruşturma komisyonunun üyesiydi. Talimatla 40 (Mustafa Ekinci’ye göre sayı 103) kişi katledilmiş. Bu katliamda devletin üst düzeydeki bütün yetkililerinin imzalarını gördüm. İsmet Paşa da buna dâhil’ derdi. Bu dosya DP’nin üst yönetiminin emriyle kapatılmış.” diye anlatmıştı sonucu. (28 Kasım 2011, Taraf)

Buna şaşırdık mı? Sizi bilmem ama ben şaşırmadım. Devletin her muhalefeti şiddetle bastırması ve cezasızlık bizim siyasi kültürümüzün en önemli unsuru. Necip Fazıl “Tarihin bir mislini görmediği ve insanların kâbuslarda bile eşine rastgelemiyeceği bu işlerin hesabı ne gün sorulacaktır?” demişti hatırlarsanız. Bir ara Erdoğan’ın CHP’yi sıkıştırmak için “eğer literatürde varsa ve gerekiyorsa Dersim için özür dileriz” demesiyle ne kadar heveslendiğimizi ve ardından konunun sümen altı edilişini hatırlıyorum da, bugün yaşanan korkunç suçları sorgulayacak bir Necip Fazıl çıkarabilecek mi bugünün İslamcıları sorusuna ne yazık ki olumlu cevap veremiyorum.

 

Ek Okuma: Cemil Koçak, Umumi Müfettişlikler (1927-1952), İletişim Yayınları, 2010, Ayşe Günaysu, “Diyarbakır’ın Soykırım Zenginlerinden Pirinççizadeler”, http://ermenistan.de/ayse-gunaysu-yazi-ermeni-diyarbekirin-soykirim-zenginlerinden-pirinccizadeler/ , Malmisanij, Diyarbekirli Cemilpaşazadeler ve Kürt Milliyetçiliği, İletişim Yayınları, 2004.

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp