- Olacak şey mi? Kızıl Rus gitti, bu sefer de "yerli Ruslar" geldi desene!
- Aynen Ragıp’ım; yerli haramiler, eşkıyalar; ne sayarsan say! Kafilemiz ihtiyar, hasta, kadın ve çocuklardan ibaret. İşe yarayacak erkekler zaten cephede…
- Peki, Yusuf Dedem niçin asker değil?
- Onun da bütün kardeşleri askerdi. O okuduğundan dolayı, ailenin başında bulunsun istemişler. Bu gözü dönmüş haramiler; herkesin eşyasını, yükünü didik didik aradı, darmadağınık ettiler. İşe yarayacak bir şey bulamadılar. Zaten yoktu ki, bulsunlar! Dedeni ele aldılar: “Tez altınların, Mecidiyelerin yerini göster!” deyip dövmeye sövmeye hakaretler savurmaya başladılar. O ise yemin billah ediyor olmadığına!
- Ben zaten ölüp ölüp diriliyordum âdeta! Gittim, eşkıyalara yalvardım:
İhtiyarlar beni teselli etmeye çalışsalar da onları duyacak hâlim yoktu. Tam çukura inerken geri dönüp bana öyle bir baktı ki içim yandı. O esnada düşüp bayılmışım!
- Acıları yaşamamak, hatta unutmak için Rabbimin bir lütfu olmuş!
- Ah! Hem de ne lütuf! Bundan sonrasını kafiledeki komşularımızdan ve tabii ki dedenden dinledim.
- Çok fena! Pek acıklı!
- Hem de ne acı yavrum… Ne acı… Komşuların bir kısmı; “eşkıyalar, hoca efendiye ne yapıyorlar” diye düşünerek, sürüne sürüne peşlerinden gidip müsait bir kayanın ardına gizlenmiş olup-bitenleri takip etmişler. Gördükleri karşısında tüyleri diken diken olmuş hepsinin… DEVAMI YARIN