Top
Ragıp Karadayı

Ragıp Karadayı

ragip.karadayi.ihlas@gmail.com

18/09/2019

Bağırmamak, ağlamamak için kendini zor tutuyordu!

 Tek hatırladığı, Ziyaret Dağı yolundaki kâbus dolu o korkunç yüz ve sesten başkası değildi. 
 
Herkes aklına, birikimine göre âh vâh ederek yorum yapıyordu. Acıyanların, üzülenlerin haddi hesabı yoktu. Kafasında zaman mefhumu ve istikbâle ait düşünceleri donmuştu sanki. Sabahleyin erkenden taşlar arasındaki ot yatağında vahşi bir hayvan gibi uyandığında kurtulabileceğine dair hiçbir ihtimali düşünemiyordu. Mavi atlastan çarşaf gibi uzayıp giden göle baktığında içinde bulunduğu durumu iyice kabullenmişti. Her şeyin bir daha geri dönülmeyecek şekilde bittiğini zannettiği sabah, dostlarına kavuşmanın sevincini yaşıyordu. Yüce Mevlâ’dan ümit kesilmeyeceğini bir daha anlamıştı…
“İşte dışarıdayım! Ayakta ve hayattayım!”
Bir grubun önünden geçerken şark tarafına yapılacak seferden ve muharebeden bahsettiklerini duyar gibi oldu. Dünyadan, eş, dost ve akrabalarından hele Doğan Bey’inden ayrı ve uzak kalmanın ruhundaki tahribatı, sıhhatli düşünmesine mâni oluyordu. Dün gibi tek hatırladığı şey; Ziyaret Dağı yolundaki kâbus dolu o korkunç yüz ve sesten başkası değildi. Gerisi gri, kalın bir sis altındaymış gibiydi sanki. Koşarken yüzüne çarpan kuşburnu dalı, sendelemesine sebep oldu. İlk günlerini, vahşi hayvanlarla ölüm kalım mücadelesini hatırladı. Kanı beynine vurmuş gibiydi. Bağırmamak, ağlamamak için kendini zor tutuyordu.
“Ne yapmıştım, ne olmuş, nasıl buraya getirilmiştim? Bunu yapanlar kimler? Çakır Vezir mi? O ayran bakışlıdan hep şüphelendim ama nasıl ispatlayacağım ki? İşin içinde başkaları da var mı, bilemiyorum?.. Hayatımı karartan, gönlümde derin yaralar açan bu granitten duvarlar arasından kurtulacağıma dair ümitlerimi hepten kaybetmek üzereydim. Âh! Yıllara denk geceler âh!” diye söylenerek içini çeken Gülşah, zamanın bu kadar uzun olduğunu ilk defa görmüş ve yaşamıştı. O, kendi âleminde koşarken, çiçeklerden taşan mis gibi havayı soluyordu. Burun kemikleri sızladı.
Uğuldayarak esen bahar rüzgârı, güzel kokularla birlikte arkadaşlarını da getirmişti. Üç ahretliğin sarmaş dolaş kucaklaşmasını, kuzular gibi meleşip ağlaşmasını seyredecek yürek yoktu. Hayat durmuş, dağ taş, börtü böcek onları sessiz ve derinden selâmlıyor gibiydi.
Uçsuz, bucaksız ovalar, tarla, bağ ve bahçeler gözlerini kamaştırmıştı. Dizginlerinden kurtulmuş tay gibi tâ Bursa’ya kadar koşmak istediyse de utandı. Eğilip şükür secdesi yaptı. Yerleri öptü, öptü...
Dilleri tutulmuştu sanki. Gözleriyle konuşuyor, sınırsız sevinçlerini paylaşıyorlardı elleri ellerinde. Gülşah, ağlamaktan kızarmış gözlerini alabildiğine uzayıp giden yamaçlara çevirdi. Öbek öbek atlı ve piyadeler yerlerinde duramıyordu. Dik vadi Ziyaret Dağı’ndaki gibi kalabalıktı. O gidip de geri gelmediği günü hatırlamaktan ürktü. Hemen başka tarafa döndü. Yeşilin onlarca tonuyla bezeli çevreyi tanımaya çalıştı. Nâfile… Hiçbir yere benzetemedi. Yanı başında eski zamanlardan kalma bir duvar yıkıntısında bitmiş incir ağaçlarının rüzgârda sallanan irili ufaklı yaprakları uçurumları yalayarak savruluyordu. O, öyle dalmıştı ki arkadaşlarının epey uzaklaştığını bile fark edemedi. Meryem geri döndü; “Hadi canım…” der gibi bir el işareti yapınca peşlerinden yürüdü. DEVAMI YARIN
Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp