Top
Ragıp Karadayı

Ragıp Karadayı

ragip.karadayi.ihlas@gmail.com

13/10/2019

O hayattayken kendinde tarifsiz kuvvet buluyordu

Sonu gelmeyecekmiş gibi hıçkırıklar düğümleniverdi boğazında...
 
Oldukça soğuk kış sabahının alacakaranlığında İstanbul, sanki uzun gecenin sakinliğinden, hareketsizliğinden kurtulmak istercesine pek heyecanlı, gürültülü uyanıyordu. Birbirine bitişik eski, yeni apartmanların, cadde ve sokakların lambaları çoktan sönmüş, sabah erken işine gidenler; birer birer evlerinden çıkmaya başlamıştı. Dolmuş, otobüs ve servis arabalarının motor ve korna sesleri; gecenin sessizliğine âdeta meydan okuyordu. Beyazın hâkim olduğu Fevzipaşa Caddesi gittikçe kalabalıklaşıyor, kalabalıklaştıkça da pamuk yığını görünümlü kar kümeleri basılıyor, esmerleşiyordu.
Mihrimah Sultan Hanımefendi’nin kendi hususi akçeleriyle yaptırdığı câmi-i şerîfin kemerli bahçe kapısından, elinde boya sandığı yerine, bugün başka bir paketle çıktı Ali. Gözü gittikçe artan hareketlilikte, belli ki kafası bambaşka bir âlemdeydi.
Bir kenarda durdu. Üzerindeki karları silkeledi. Yırtık ayakkabısının ucuyla yeri kazır gibi yaptı, sonra aklına ne geldiyse vazgeçti. Gayriihtiyari yorgun başını yukarı kaldırdı. Kar yağışı durmuştu. Sisler içinde sivri, kurşuni minarelerin belli belirsiz hayâline takıldı. Kaç asırdır İstanbul'un yedi tepesinden birini süsleyen bu ata yadigârı câmi-i şerîf, ibadete açıldığı ilk gün gibi hâlâ dolup dolup boşalıyordu. Üzerinden kaç kış, kaç yaz gelip geçmiş, ne acı, tatlı hatırlara şahid olmuştu. Pek derinlere daldı gitti. Kocaman kavuklu âlimlerin, dervişlerin, beylerin, paşaların kol kola geçişlerini seyreder gibi oldu. Bunlar da nereden aklına gelmişti? Belli belirsiz gülümsedi, acıklı hâline. Tarihî filmlerden hatırladığı eski insanları düşündü, bir de şimdikileri… Kim bilir kaç senedir bu câmi hep böyleydi.
Babasıyla ilk defa geldiği o bayram sabahını hatırladı. Ne de çok sevinmişti. Anacığı akşamdan banyo yaptırmış, yeni iç çamaşırları ve elbiseler giydirmişti. Câmiye erken gidebilmek, yer kapabilmek için nasıl da uykuları kaçmıştı. Her şey daha dün gibiydi, sıcak ve taze...
Arı kovanı misali önünde sağa sola koşuşturan bunca insanı seyrederken aklına neler gelmiyordu ki. Kimi ihtiyar, kimi genç, şişman olanlar, zayıflar, esmer, beyaz, sarışın, uzun boylu, kısa boylular, eski elbiseli, yeni kıyafetli olanlar, sakallılar, bıyıklılar… Elinde olmadan; “Ne kadar da çeşitli insan var bu şehirde” kelimeleri dökülüverdi dudaklarından.
Biricik babacığını hiç unutamıyordu. Annesinin hep “Şahan bakışlım” dediği kara gözleri, inci gibi sıralı dişleri güldüğünde huzur saçar, gönlünü ferahlandırırdı. O hayattayken kendinde tarifsiz kuvvet buluyordu. Biliyordu ki; babacığı dağ gibi arkasındaydı. İki damla inci gibi yaş dökülüverdi soğuktan kızarmış yanaklarına. Edirnekapı kabristanında annesiyle her cumâ uğradıkları tümsek, gözünün önüne geldi, ürperdi elinde olmadan. Nasıl olur, bir kalemde en sevdiğini silip atmak, unutmak? Nasıl?.. Nasıl?..
Sonu gelmeyecekmiş gibi hıçkırıklar düğümleniverdi boğazında... DEVAMI YARIN
Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp