Top
09/11/2018

‘Büyük tıkınma’ ya da edebiyatı edebiyatımsılarla öldürüş

Türkiye'deki güncel edebiyatla ilgili bir temel iddiam var. Ne derecede yayıldığını ya da paylaşıldığını bilmiyorum. Ama mevcut ve hızla gelişen edebiyatın birkaç temel meseleyi içerdiği kanısındayım. Bunların hepsi edebiyatın üzerine oturduğu yeni sosyolojilerle ilgili. Canlı, üretken ve hepsinden önemlisi ciddi bir edebiyat eleştirisinden yoksunuz. Zamanında (1990'lara kadar) önde gelen edebiyat dergileri yaşanılan dönemin, günün sorunlarıyla kapsamlı şekilde meşgul olurdu. Onu çeşitli açılardan kuşatmaya çalışırlardı. Bugün böyle bir değerlendirme anlayış ve yaklaşımından uzağız. Nedeni şu: edebiyat sadece 'üretilen' ama üstünde düşünülmeyen bir verim alanı. Bizatihi bu durumun kendisi başlı başına bir sosyolojiye tekabül ediyor. Ne oldu da edebiyat roman ve öykü yazım ve yayımıyla bu derecede yüklendi? Sokakta karşılaştığım herkes bana 'Bir roman yazıyorum' diyor. Yayınevleri birbiri ardınca roman, novella, metin, anlatı yayımlıyor. Öykü de öyle; bir 'rönesans' yaşıyoruz. Her yer tıka basa öyküler ve öykü kitaplarıyla dolu. İşaret ettiğim durumun vahim olduğu kanısındayım. Bizatihi üretimin kendisi tüketime dönüşmüş durumda. Buna 'tüketici üretim' demeyi tercih ediyorum. Körleştirici, görmeyi (algılamayı) engelleyen bir üretim söz konusu. Bir tür bolluk. O derece ki, artık bir le grande bouffe (ağır/büyük tıkınma) söz konusu. Evet, tıkınma. Tadına varamadığımız bir şekilde sadece atıştırıyor, ağzımıza tıkıyor, yutuyoruz. Ya da buna karşılık sıkı bir perhiz yapıyoruz. Kimse elini bu büyük masaya uzatmıyor. Çünkü o masaya yaklaşmıyor. Daha azla ama daha nitelikli şeylerle yetindiği bir ortamda kalıyor. Neden? Post Entelektüel Dönem ve Edebiyat isimli kitabımda bu soruna değinmiştim. Orada sıraladığım nedenleri bir de burada sayıp dökmeyeceğim. Fakat şuna değinmeliyim: edebiyat, tüketim toplumuna teslim oldu. Artık bir direnme/direniş alanı değil edebiyat. Yanlış anlaşılmasın: edebiyat toplumsal veya siyasal olana direnir. Ama öncelikle kendisine direnir. Edebiyatın 'maliyesi' farklı işler. Kalp paranın iyi parayı bozmamasına çalışılan asıl alan edebiyattır. Bugünse edebiyat bir vazgeçiş alanı. Bahsettiğim büyük tüketimci üretimi edebiyatın işlevinden vazgeçenler ya da onu hiç dikkate almayanlar gerçekleştiriyor. Her şeyin öldürücü bir bolluğa eriştiği dünyada edebiyatın da o kervana katılmasından başka çare, çıkar olmadığını görenler, oturup roman yazıyor. Öylece mevcut dünyayla özdeşleşiyor. Üstelik başka bir şey yapıyormuş düşüncesiyle avunmak da var işin içinde: çok nitelikli, soylu bir iş yapar görünüp hiçbir şey yapmamak. Yeni orta sınıfların daha doğrusu beyaz yakalıların oluşturduğu, home- office'lerin hakim hale geldiği dünyada bu kaçınılmaz son kendisini dayatıyor. Bahsettiğim edebiyatı da beyaz yakalılar, erken emekliler, para kazanmış ve hemen emekli olmayı tasarlayanlar üretiyor. Bu durum sadece roman/öykü yazanlar için geçerli değil ki. Bir de dergi yayımlayanlar var. Bavul, Ot, Kafa, Kafka Okur ve daha adını anamadığım sayısız dergi edebiyatı popüler meta (mal) haline getiriyor. Burada vurgu popüler sözcüğüne değildir. Meta sözcüğünedir. Belli bir düzeye erişince meta, belli bir tüketim düzeyine oturunca zaten popülerleşiyor. Söz konusu dergilerle ilgili eleştiriler belli. Sosyal medya onları kapsıyor. Gene 'popüler' olmak kaygısındaki köşe yazarlarının beslenme alanı o dergiler. Onları övmek, hatta bunu belli bir ciddiyet ve 'ekspertiz' düzeyinde yapmak insana havalı olmak, güncel olmak, şık olmak, popüler olmak fırsatını, şansını veriyor. Niçin kaçırılsın? Ama o dergiler, şairlere atfen olmayan mısralar, kıtalar, şiirler yayımlıyor, popüler edebiyat gazeteciliğini edebiyat olarak sunuyor, pek önemli değil. Önemli olan 'connected' olmak. Eleştiriyi işini yapmadığı için kınayalım mı, başa dönerek? Pek mümkün görünmüyor. Soylu eleştiri bu garip ve mayınlı tarlaya, üstelik çok büyük, nasıl girsin? Hangi romanı veya öykü kitabını (ve niçin) eline alsın? Muhtemelen eleştirmenler de eğilecekleri ve eğlenecekleri kitaplar için birilerinin 'ön eleme' yapmasını bekliyor. Hayat gerçekten zor. Hal böyleyken sırtımızdaki yükü birisinin paylaşması gerekmez mi? Bu beklentiyi 'eleştirmiyorum', gerçekten haklı buluyorum. Tüketimin üretim üstünden yapıldığı bir dönemde soylu eleştiri istese de işlevsiz kalacaktır, istemese de. Ayrıca marifet iltifata tabidir. Eleştirmen sesini kime yöneltecek? Herkesin hâlâ hatırladığı baş eleştirmen (kişisel olarak hâlâ çok önemsiyorum ve hâlâ yeterince tahlil edilmediği kanısındayım) Nurullah Ataç akımlar başlatıp akımlar yıkıyordu. Onun olduğu edebiyat dünyası şairler ve yazarlar için can pazarıydı. Tek bir kalem darbesiyle kelle vermek vardı. Bugünse böyle bir şey yok. O zaman eskiden beri öne sürdüğüm görüşümü tekrarlayayım: Sinema endüstridir. Senede şu kadar bin film üretilir. Ve sinemanın Ataç gibi eleştirmeni olamaz. Büyük sayılar teorisi bir gerçektir. 'Teori' kelimesi 'bakmak' kökünden gelir. Hangi birine bakacağız? Hepsine derseniz, sinemanın eleştirmeni Roger Ebert, Leonard Maltin olur. Şu veya bu senenin sayısız filmini puan falan vererek yayımlarlar. Eleştiri değil 'tanıtma' kitabı binlerce sayfayla çıkar 'piyasaya'. Öldükten sonra da o 'eleştiri' (peki, tanıtım diyelim) kitapları yayımlanmaya devam eder. Ne yapmalıyız? Roman ve öyküler 'yıllığı' (yoksa 'almanak' mı deseydim?) mı yayınlayalım?Hiç olmayacak iş değil. Geriye Orhan Koçak gibi eleştirmenler kalır. Veya iyi üniversitelerden mezun, geniş kültür edinmiş, mukayeseli edebiyat veya kültürel araştırmalar gibi programları bitirmiş kişilerin incelemeleri. Onları büyük bir zevkle ve bir ihtiyaç karşılığı olarak okuyoruz. Fakat 'sadra şifa' olmuyorlar. Olamazlar. Gündelik olandan söz ediyoruz. Koçak'sa mesela İkinci Yeni şiirle, Turgut Uyar veya Edip Cansever'le uğraşıyor. Ceht! Gene de büyük bir işaret. Demek ki, edebiyat eleştirisi hızla edebiyat tarihine dönecek, kapsamlı incelemeler yayımlayacak. Yani eskiyle oylanacak. Edebiyat okurunun ilgisini çekmeyen akademik ve entellektüel meseleleri kendisine dert edinecek. Bu galiba biraz haysiyetle de ilgili. Sonunda daha dün denecek bir zamanda şiirini yayımlamış şairleri bilmemek acaba roman yazmanın bir parametresi olmalı mıdır? Daha beteri şiir yazmanın. Eleştirmenin haklı bir ürküntüyle çekinip, hatta korkup içine kapandığı bir dönemden geçiyoruz. Gene o ağır sözcüğe, sosyoloji, dönelim. 18. yüzyılda değiliz. 'Salonlar' söz konusu olmaktan çıkalı çok oldu. Tercüme Odası'nın saygınlığı da kalmadı. Hatta 1970'lerdeki 'sol' hareketin getirdiği, çile yüklü olsa bile, 'prestij' unutuldu, en azından 'verilmiyor'. 'Öğretmen edebiyatçılar' kuşağı kapandı. 'Memur edebiyatçılar' bile yok. Edebiyatçı bugün neyle geçinecek, neyle yaşayacak? Cevabı meçhul bir soru. Bazı şairler müzik eşliğinde şehir şehir gezip şiir okumayı tek yol olarak görüyor. Ne yapalım? Kısacası, maddi sorunların gerçekten çığ gibi ortada olduğu ve insanı ezdiği bir dönem bu. Öte yanda, söyledim, beyaz yakalılar var. Ekonomik durumları iyi. Ama onlar da edebiyatı bir oyun, bir tüketim alanı olarak görüyor. Çoğu bilgisayar ve iletişim alanında çalışan bu insanların edebiyatı bir 'bilgisayar oyunu' olarak görmediğini söyleyebilir miyiz? Sonunda bilgisayarda yazıyorlar 'romanlarını', 'anlatı'larını. Üstelik bu iki kesim toplumsal, toplumbilimsel, sınıfsal olarak birbirinden kopuk, birbiriyle uzlaşmayacak, birbirine zıt iki çevreyi, haydi 'daireyi' diyelim (bir dönemlerde şimdi 'ofis' denen 'yer'in karşılığı olarak kullanılırdı: 'devlet dairesi') meydana getiriyorlar. Bu 'dertler'le edebiyat sosyolojisi ilgilenir. Ama bizde hep öyle oldu: edebiyat varsa sosyoloji yoktur. Sosyoloji de edebiyatı ürkütüyor ve siliyor. 21. yüzyılın ilk 20 yılını neredeyse tamamladık. Vardığımız nokta bu. Klasiklerimizi, dünya klasiklerini arıyoruz. Bugünün klasikleri neler olacak, bilmiyoruz. Günü, toplumu ve bireyi karşılaştıran yalın anlatımın peşindeyiz. Bulamıyoruz.

***

Oysa bir edebiyat var. Peşpeşe yayınlanmış beş kitap bize 'ekalimi leyal'den (gece iklimleri) haberler getiriyor. Söylediklerimin, öteki, unutulmuş ama has edebiyatın kanıtı, utkusu olan kitaplar. Önce tam bu kanavaya oturan iki kitap. İlk kitap Demir Özlü'nün, eşsiz öykücü Özlü'nün, Güvercinler ve Matmazeller başlıklı, öykü, anlatı, düş-metinler kitabı. Daha önce kitaplarına girmemiş, 1950'lerde (ve daha sonra) yazdığı öykülerle geçen yıllarda yayınlanmış Kendi Evine Varamamak isimli kitabını bir araya getiriyor. Bilenler bilir. Özlü, bir tür meta-hikayecidir. (İşte, burada edebiyatın gerçek değerini vurgulayan o sözcük 'meta', metafizik'teki meta; 'öte-öykücü' diye Türkçeleştiriyorum.) Öykünün dilini düş(sel)leştirir. Öylelikle öykünün 'mekanını' da düşlerin mekanı yapar. Buna yok mekan diyorum: u-topia, yersizlik. Düş mekanlarının sıçramalarını 'romans'lar olarak yaşamak. Bulunmak ve yitmek. İnsanın kendisini kendinde bulması ve yitirmesi. Oysa ya da üstelik: Özlü kentlerin anlatıcısıdır. Öyküsünün dinamiğini doğuran da o anlatılardır. Mekan kenttir. Kentse bir arayış. Öykü dünyasını gerçeğin/fiziğin ötesine taşır. Gerçekse elinin uzattığı yerdedir. Dokunur da. Fiziğe dokunmaksızın metafizik olamayacağını onun kadar kimse bilemez. Gerçekten bir meta-anlatının (narrative) yazarıdır. Bu şekilde bir saptama yapmak kolay. Mesele bahsettiğim yapıyı/yöntemi oluşturan nedenleri bulmak. Bazı öyküleri bu kitapta 'klasik öyküler' diye tanımlanmış. Tam anlayamıyorum. Bu öykülerin modern ve onu da aşan müthiş bir lezzeti var. Ama şunu belirtmek gerekiyor: bunlar aynı zamanda felsefi öyküler. Küçük saptamalar. Özlü, bunları denemeler olarak görüyor. Ben felsefi öykü demeyi tercih ediyorum. Felsefe anlatmaz, duyumsatır. Felsefenin olduğu yeri, ne olduğunu işaret eder. Özlü'nün öyküleri de öyle. Kuşkusuz Proustgil bir yanı var bu öykülerin. Modern bilincin varlıkla ve varoluşla kesiştiği nokta da odur zaten. Özlü'nün öyküleri Sait Faik ve Oktay Akbal sonrası öykümüzün doruğudur. O nedenle Yapı Kredi Yayınları'na, değerli dostum Murat Yalçın'a örneğin, daha önce yaptığım öneriyi burada Özlü için yapıyorum. Aynı öneriyi Sait Faik için dile getirmiştim, başardım. Umarım bu defa da gerçekleşir istemim: Özlü'nün tüm öykü ve romanları da bir arada Delta dizisinden çıkmalıdır. Bir başka çarpıcı metin: Kumkuma. Selim İleri, Abdülhak Hamid'i anlatıyor. Ama ne anlatım. Daha önce İleri'de tanıdığımız 'verili' bir kişinin dramatis personae'ye dönüştürülmesi. Yeniden kurgulanması ve maskelenmesi. O kadar ki, hangisi gerçek? Edebiyat tarihinin anlattığı Hamid mi, İleri'nin Hamid'i mi? Bu elbette büyük, köklü ve güçlü bir edebiyattır. Ve neler neler yok bu romanda? Bir dönem, hayaletleşmiş ve yeniden dünyaya dönmüş kendisine bakan Hamid, çevresi, ilişkilerin kokuşmuş ve parodik bir hale gelmiş dokusu, iki ve daha fazla düzeyli çürüme, şiddetli bir toplum eleştirisi, insanın evrensel varoluş tragedyasına bizzat Hamid tragedyaları aracılığıyla bakış. Edebiyatın edebiyat aracılığıyla sorgulanması diyeceğim buna ama yetersiz, basit bir tanımlama olacak. İnsanın insan aracılığıyla irdelenmesi demeli. Çünkü insanı sadece soylu edebiyat sorgulayabilir. Kaldı ki, İleri'nin romanı zamanlar ve mekanlar arasındaki kaymaları kapsıyor. Bunlar fiziksel değil daha ziyade zihinsel olarak gerçekleşen transferler. Öyle olunca da bir romancının asal sorumluluğu olan 'insan' çözümlemelerinden sonra kültürel eleştiriler geliyor. Özlü de İleri de çok daha kapsamlı irdelemeleri, okumaları, çözümlemeleri hak etmenin ötesinde, edebiyat bilinci olan herkes için bir zorunluluğa dönüştürüyor. Bu metinlerin o türden incelemelere konu edilmemesi tek kelimeyle utanç vericidir. Ama bilhassa İleri'nin romanındaki kişileştirmeleri bugünün cılız kültür ortamında kim anlayacak? Sorulacak sorudur. İkinci grup kitaplar içinde en 'zayıf' olanından başlayalım. Büyük şair Turgut Uyar'ın zamanında, 1978-1984 yılları arasında kadın dergisi Elele'de yayınladığı kitap tanıtma yazılarını kapsıyor, Elele Okuyalım. Zayıf elbette ama nefis bir kitap. Bize bir şairin şu veya bu saikle yazdığı kısa tanıtma yazılarını getiriyor. Bugünkü okur bu kitaptan bir şey 'alır' mı? Hiç sanmıyorum. Fakat bu ne ifade eder, kitabın önemini azaltır mı? Gerçi bize bu büyük şairin iç dünyasını açmıyor mesela. Zorlamayla, zorlanarak yazılmış değiniler çoğunlukta. Gene de bazı küçük gölgeler getiriyor, mum ışığında titreşen gölgeler. Başka yerlerde de yayımlanmıştır, yayımlanacaktır ama özellikle şairler ve şiirler hakkında kaleme aldığı küçük değiniler, birer saptamadır. Gerisi fazla bir şey söylemez. Çocuk kitaplarına bile 'bakıyor' bu yazılarda, değinilerde şair. Ama bir dönemin kültürü, bir şairin o kültüre yaklaşımı, onu harmanlaması da demeyeceksek hiçbir şey söylemeyelim bu kitap hakkında. Hayır, bir döküm bu kitap neticede ve her döküm önemlidir. Modernleşme bir sıralama ve sınıflama işidir. Diğer kitap, Turgut Uyar'ın eşi Tomris Uyar'ın. Aşkın Yıpranma Payı. O da Elele dergisindeki yazıları ve söyleşileri kapsıyor, o da 1976-1985 arasına yayılıyor. Çok değerli. Edebiyatın dorukta olduğu, feminizmin ve her şeyin hâlâ edebiyatla iç içe olduğu, atbaşı gittiği bir dönemin saptamaları, duyarlılıkları, heyecanları. Bazen de soğukkanlılıkları. Çok has bir öykücü ve günlükçüydü, Tomris Uyar. Bu metinler farklı bir Tomris Uyar getiriyor. Önemli ölçüde uyumsuz, uymaz bir Uyar. Her zaman eleştirel, dikenli, sivri. Uzlaşmıyor. Ama bir meselesi var, diplerde yatan. Onu bize sezdiriyor. İyi edebiyatçı öyledir. Kendisini anlatırken başkasını, başkalarını anlatırken kendisini anlatır. İki Uyar'ın kitabında da gündeliğe saçılmış edebiyatçıları görüyoruz. Nefis bir dönemdi. Herkes, hepimiz aynı yerlerde, aynı işlerdeydik. Gazeteler ve dergiler edebiyatsız düşünülemiyordu. Son kitap da bu minvalde. Cemal Süreya'nın tanımlamasıyla 'Şiir tankeri' Fazıl Hüsnü Dağlarca 1961-1962 yıllarında Vatan gazetesinde köşe yazarlığı yapmış. Yazıldığı günlerden bilmem olanaksız bu yazıları. Fazıl Hüsnü okumalarımdan da hayal meyal bir şeyler kalmış aklımda. Kitapta yazıları bir arada görünce çarpılmamak olanksız/dı(r). Nasıl olabilir böyle bir şey? Bir insan nasıl bu kadar yaratıcı olabilir? Nasıl her sözcüğünü bir şiir olarak tasarlayabilir? Hiç öyle köşe yazısı falan değil bu metinler. Kısalar, yoğunlar ve kısa ve yoğun yazmak çabası, zorlaması içinde olanlar oturup okumalılar. Uzun yazma derdinde olanlar da okumalı bu kitabı. Her köşe 'yazısının' nasıl sayısız imge ürettiğine hayretle bakmalı. Şiir tankeri benzetmesini sevmiştik. (Her ne kadar Süreya, devamında, 'bomboş' diyorduysa da... onu kabul etmiyorduk, Süreya'nın tek şiirsel ayıbı mıdır acaba bu?) Ama ne kadar yetersiz olduğunu şimdi daha iyi görüyoruz. Dağlarca, gerçekten de dağlarca şiir dolu ve ona sadece 'şiir evreni' diyebiliriz. NASA, bazı yıldızlara bazı bilim adamlarının, sanatçıların adlarını verir. Evrenin adı Dağlarca olmalı. Hayranlık ve hatta tevahhuşla okunan bir küçük dev kitap bu. Bir mücevher. İşte, 'gündelik' bazılarında böyle sonuçlar veriyor. Nedeni besbelli: Her iki Uyar da kendi işlerinin dışında bir iş olarak görüp yazmış, haftalık yazıları. Dağlarca ise bildiği işi yapmış. Düzyazı olması hiç önemli değil. Kendi şiirini üretmiş. (Bir anı: İlhan Berk'i ölmeden bir yıl önce Sakarya'da bir şiir sempozyumunda görüyorum. Dağlarca'nın İçimdeki Şiir Hayvanı isimli kitabı yeni yayımlanmış. Berk, 'okuyunca çarpıldım, hemen aradım' diyor. Dağlarca'dan 'korkunç' bir cevap alıyor. 'Siz bankaya para yatırdınız. Bense şiir. Öldükten sonra da her yıl bir kitabım çıkacak'. Berk'ten hayranlık dolu yorum, 'tamamen çılgın'.) Bütün mesele şu: işte bu edebiyatı kim izleyecek? Hangi edebiyatçılar izliyor bu edebiyatı? Hangi eleştirmenler? Hangi dergiler? Hangi 'sosyal medya?' Edebiyatı ancak edebiyat savunabilir.
Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp