Top
Prof. Dr. Erol Ulusoy

Prof. Dr. Erol Ulusoy

erolulusoy@milliyet.com.tr

08/08/2020

İstanbul Sözleşmesi ve süresiz nafaka

İstanbul Sözleşmesi’ne karşı çıkanların bir argümanı da, süresiz nafakaya neden olduğu iddiasıdır. Aslında ikisi arasında doğrudan ve dolaylı bir bağlantı yoktur. İstanbul Sözleşmesi aile içi şiddetle mücadeleyi amaçlarken, süresiz nafaka, evliliğin sona ermesinden sonra yoksullaşan eşin mali sorumluluğunu tespit ediyor.

İstanbul Sözleşmesi son zamanlarda daha çok gündeme gelmeye başladı.

Herhangi bir konuyu tartışmanın zararı yok, faydası çok. Yeter ki tartışıldığı düzlem ve argümanlar doğru bilgiye dayansın. Yanlış bilgi üzerine inşa edilen her tartışma kutuplaşmaya neden olur.

İstanbul Sözleşmesi’ne karşı çıkanların bir argümanı da, süresiz nafakaya neden olduğu iddiasıdır.

Aslında ve gerçekte, İstanbul Sözleşmesi ile süresiz nafaka arasında ne doğrudan ne de dolaylı bir bağlantı olduğudur.

Süresiz nafaka, İstanbul Sözleşmesi’nin sonuçlarından birisi değildir.

Bir defa bu, kronolojik olarak mümkün değildir. Süresiz nafaka aile hukukuna ilk defa 1988 yılında dahil edildi.

İstanbul Sözleşmesi ise 2011 yılında imzaya açıldı ve Türkiye ilk imzacı ülkeler arasında yer aldı, 2014 yılında da uygulamaya girdi.

Dolayısıyla süresiz nafakanın mevzuata girdiği tarihten 23 yıl sonra uygulanmaya başlanan uluslararası bir sözleşmenin sonucu olduğunu veya en azından bağlantısı olduğunu iddia etmek mümkün değildir.

Peki, İstanbul Sözleşmesi’nde süresiz nafaka veya nafaka ile ilgili bir hüküm var mı?

Öncelikle, sözleşmenin boşanmaları teşvik edici düzenlemeler içermediğini, hatta evlilikleri destekleyici hükümler de içermediğini belirtmek gerekir.

Nafaka, boşanan eşler arasındaki boşanma sonrası mali ilişkilerle ilgilidir. İstanbul Sözleşmesi ise daha çok şiddet ve ayrımcılığın doğrudan kendisi ile mücadeleyle ilgili olup, bu sebeple boşanan eşlerin birbirlerine karşı hukuki ve mali yükümlülükleriyle ilgilenmiyor.

Farklı bir anlatımla, İstanbul Sözleşmesi aile içi şiddet dahil, kadına karşı şiddetle mücadeleyi amaçlar ve düzenlerken, süresiz nafaka, evliliğin sona ermesinden sonraki süreçte yoksulluğa düşen eşe karşı diğer eşin mali sorumluluğunu tespit ediyor.

Erkekler de faydalanır

Yazımın başından beri kadına karşı şiddet ifadesini kullansam da, aslında İstanbul Sözleşmesi, ‘kadına karşı şiddet’ ve ‘aile içi şiddet’ ifadelerini kullanmaktadır.

‘Aile içi şiddet’in mağdurunun sadece kadın olmayacağı, erkeklerin de aile içi şiddete, özellikle psikolojik şiddete maruz kalabileceği ortadadır.

İster fiziki ister psikolojik olsun, kanaatimce aile içi şiddete maruz kalan erkekler de İstanbul Sözleşmesi’nden yararlanabilirler.

İstanbul Sözleşmesi aile yapısını koruyor

Süresiz nafakaya ne kadar karşıysam, hukukun temel prensiplerine, hakkaniyete, kişilik haklarına (çünkü her birey bir borcun ne zaman biteceğini bilme hakkı vardır, eğer bir borç ilişkisi süresiz ise, bu borç ilişkisini fesih bildirim sürelerine uyarak feshetme hakkı vardır, süresiz nafakada olduğu gibi aksi, bireyin özgür iradesinin kısıtlanması anlamına gelir) ne kadar aykırı buluyorsam, İstanbul Sözleşmesi’ni de o kadar gerekli ve Türk aile yapısını koruyucu buluyorum.

Hani bir kamu spotu yayınlanıyordu, çeşitli yörelerden ve yaşlarda Yörük, Türkmen erkekleri ailelerinde asla kadına el kalkmayacağını, kadına karşı duydukları saygıyı samimi bir şekilde söylüyorlardı ya. İşte gerçek korunması gereken Türk aile yapısı, kadına el kaldırılmayan bu aile yapısıdır. İstanbul Sözleşmesi’nin yaptığı da bu aile yapısının korunmasına yönelik önleyici düzenlemeler içermesidir.

İstanbul Sözleşmesi ile süresiz nafaka arasındaki tek bağlantı, eğer bir evlilik kadına karşı şiddet sebebiyle boşanmayla sona ererse, şiddet uygulayan erkek ağır kusurlu olacağından, yoksulluğa düşen eşine süresiz nafaka ödemeye mahkum edilebilir.

İLGİNÇ KARARLARCep telefonunu iade edeceğim deyip etmeme

Olay her ne kadar 2007 yılı öncesine ait olsa da, okuyucularımla paylaşmayı yararlı buldum.

Akif Bey, Kartal Yavuz Selim Devlet Hastanesi’nde kanser tedavisi görmektedir. Akif Bey’in daha önceden tanımadığı bir başkası da aynı bölümde tedavi görmektedir. Bu kişi bir yakını ile görüşüp iade edeceğini söyleyerek Akif Bey’in cep telefonunu rica eder. Cep telefonunu aldıktan sonra konuşur gibi yaparak hastanenin salon kısmına doğru giderek olay yerinden uzaklaşır, gider.

Akif Bey şikayetçi olur. Yargılama esnasında cep telefonunu konuşup iade edeceğini söyledikten sonra, cep telefonunu iade etmeyip ortadan kaybolan kişinin eyleminin hırsızlık mı, güveni kötüye kullanma mı olduğu tartışması yaşanır. Tartışmaya Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 2012/229 Nolu Kararı son verir.

Bu karara göre, olayın başlangıcından itibaren hırsızlık kastıyla hareket edilmiştir. Hukuksal anlamda geçerli bir zilyetlik devrinin bulunduğundan ve sözleşme sonucu meydana gelmiş olan güvenden söz edilemeyeceğinden, güveni kötüye kullanma suçu oluşmamıştır.

Dolandırıcılık suçu mu?

“Cep telefonuyla konuşup iade edeceğim” şeklindeki beyan, sanığın basit bir yalanı olduğundan, hileli bir davranış olarak kabul edilmediğinden, Yargıtay’a göre dolandırıcılık suçu da yoktur.

Anne ve babasına bakan evlada taşınmaz satışı

11 Temmuz 2020 tarihli yazımda, anne babanın çocuklarına tapuda satış olarak gösterdikleri işlemlerin satış değil, bağış olarak kabul edildiğini yazmıştım. İstinası yok mu? Var!

Baba, adına kayıtlı olan taşınmazını tapuda 2003 tarihinde 7 milyar 600 milyon TL bedelle oğlu Hayrettin’e satar. Baba vefat ettikten sonra diğer üç oğlu, tapunun iptali amaçlı muris muvaazası davasını açarlar. Görünüşte satış diye devredilen taşınmazın aslında bağış olduğunu iddia ederler.

Tanık beyanlarından Hayrettin’in, evlendikten sonra anne ve babası ile birlikte yaşamaya devam ettiği, akciğer kanseri olması nedeniyle tedavi gören ve yine beş yıl boyunca cezaevinde kalan babasının bakım ve ihtiyaçları ile ilgilendiği gibi bu süreçte yatağa bağımlı olan annesine de baktığı ortaya çıkar.

Hatta tarafların kardeşi olan kız kardeşleri Hamiyet de tanık beyanında, yaşlarının ilerleyip hasta ve bakıma muhtaç oldukları zor dönemlerinde de kardeşi Hayrettin’in anne ve babasını yalnız bırakmayarak bakım ve ihtiyaçlarını temin ettiğini, diğer kardeşlerinin ise gerekli ilgiyi göstermediklerini, ziyarete dahi gelmediklerini söyler.

Sonuçta Hukuk Genel Kurulu’nun önünde gelen davada (2020/47 Karar), kanser tedavisi gören ve ölmeden önceki son dört yılını felçli olarak oğlu Hayrettin’in yanında ve bakımında geçiren babanın, diğer çocuklarından mal kaçırmak amacıyla değil de oğlu Hayrettin’in sağladığı bakım ve desteğin yarattığı minnet duygusu ve yine ileride de bakacağı düşüncesiyle temlikte bulunduğuna karar vermiştir.

 

 

 

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp