Top
Sedat Ergin

Sedat Ergin

sergin1@hurriyet.com.tr

16/09/2020

Tam 40 yıl sonra 12 Eylül’e bakmak

Bu vesileyle en üst düzeyde toplantılar düzenlendi, konuşmalar yapıldı, basında birçok haber ve değerlendirme yayımlandı. Bu tartışmalar 12 Eylül’e giden süreci, darbe gününü ve sonrasında yaşadıklarımızı bir kez daha hatırlamak, üzerinde düşünmek açısından bir vesile oluşturdu.

Kırk yıl, bir ülkenin ‘yakın tarihi’ne giren bir zaman kesitidir. Genç kuşaklar için geçmişte kalan uzak bir zaman boyutunu gösteriyor olsa da, bugün Türkiye nüfusunun sayıca hiç de azımsanmayacak bir kesimi bakımından hafızalarda bütün sıcaklığını koruyan bir dönemden söz ediyoruz. 12 Eylül’ün baskı ortamını yaşamış, hapse girmiş, işkencelerine maruz kalmış insanların çoğu hayattadır; aralarında bugün bulundukları kulvarlarda önemli görevler üstlenenler de var.

TSK’nın emir komuta hiyerarşisi içinde gerçekleştirdiği darbenin pek çok yönü bugün de tartışma konusu olmaya devam ediyor. Geriye dönüp baktığımızda, toplumun çoğunluğunun askeri müdahaleyi büyük bir rahatlama duygusuyla karşılamasına yol açan koşullar, cereyan eden hadiseler 2020 yılının algılama ölçülerini zorluyor. Şehirlerin, semtlerin, mahallerinin bölündüğü, silahlı sol ve sağ gruplar arasında meydana gelen olaylarda, saldırılarda her gün onlarca insanın öldüğü, toplu katliamların yaşandığı bir dönemdi.

Olayların yaygınlığı içinde gazetelerde günlük duyurulan ölüm vakası toplamları bile çoğunluk birbirini tutmuyordu.

Ülkenin her bir tarafını kaplamış olan şiddet ve kaos ortamı karşısında ülkenin başbakanı Süleyman Demirel ile ana muhalefet lideri Bülent Ecevit’in bir araya gelmekten kaçınmaları gerginliği, kutuplaşmayı daha da büyütüyordu. Darbeden bir gün önce 11 Eylül’de, TBMM’de 22 Mart 1980 tarihinde başlamış olan Cumhurbaşkanlığı seçiminin 124’üncü turu yapılmış ve yine sonuç alınamamıştı. Siyaset kadroları, ne yazık ki ülkeyi bir bütün olarak felce sokan ağır koşulların zorunlu kıldığı esnekliği ve uzlaşıyı sergileyip, demokratik zemin içinde bir çıkış yolu üretememiştir.

*

Buna karşılık liderlerin buluşup el sıkışmaları ülkenin içine girdiği şiddet sarmalını durdurmaya yeter miydi sorusu da haksız sayılmaz. Ayrıca, 12 Eylül öncesindeki gibi büyük bir çalkantının ortaya çıkışını ve bunun sorumluluğunu tek bir faktör üzerinden okuyabilmek, açıklayabilmek de mümkün değildir. 12 Eylül’le noktalanan süreç, pek çok iç ve dış faktörün bir araya gelmesinin ve hadiselerin akışına etki etmesinin yarattığı topyekûn bir siyasi ve toplumsal savrulmaydı. O dönemi hızlandıran bir dizi olayın tam olarak aydınlatılması için daha kat edilmesi gereken uzun bir mesafe var önümüzde. Bu yönüyle 12 Eylül’ün parantezi hâlâ açık duruyor.

Askeri darbeyi olağanüstü koşullar getirmiştir. Ancak 12 Eylül sabahı Türkiye kendisini bu kez bir başka olağanüstülüğün içinde bulmuştur. Hadiselerin birden bıçak gibi kesilmesinin ardından Türkiye askeri rejim altında çok ağır bir baskı dönemine girmiştir. Temel hak ve özgürlüklerin, bu çerçevede basın özgürlüğünün askıya alındığı, siyasetin yasaklandığı, siyasetçilerin tutuklandığı, yaygın insan hakları ihlallerinin her bir tarafı kapladığı, işkencenin rutin, olağan bir uygulamaya dönüştüğü karanlık bir dönem hüküm sürmüştür. Hatırlanmasını insan yüreğinin kaldırmayacağı, ölümlerle sonuçlanan dehşet verici işkence yöntemleri uygulanmıştır.

Bu açılardan bakıldığında, 12 Eylül’de yaşanan zulüm büyük bir utancın gölgesi halinde Türkiye’nin üzerinde ve toplumsal belleğimizde asılı durmaktadır ve durmaya devam edecektir.

*

Darbeciler, hedefledikleri siyasi ve toplumsal tasarımı yansıtan bir anayasayı özgür bir tartışmanın yasak olduğu bir referandum ortamında kabul ettirerek uygulamaya koymuştur. Bu, getirilen anayasal mekanizmalarla askerin karar alma süreçlerinde nazım bir rol oynayabildiği, sistem üzerinde kırmızı çizgilerini çekebildiği bir tasarım olmuştur.

Anayasa ile birlikte bütün yasal çerçeve de bu tasarıma göre çizilmiştir. ‘Siyasi istikrar’ ihtiyacı gerekçesiyle yüzde 10 gibi bir seçim barajı üzerinden temsilde adaletin sınırlandığı bir seçim sisteminin getirilmesi bu dönemin en kritik adımlarından biridir. Sonraki yıllarda süreklilik içinde siyasetin seyri üzerinde en kalıcı etkiyi icra eden düzenlemelerden biri olmuştur yüzde 10 barajı.

12 Eylül darbesi sonuçları itibarıyla Türkiye’de nehrin yatağını köklü bir şekilde değiştirmiştir. Sonrasındaki yıllarda Türkiye’deki yaşanan siyasi ve toplumsal gelişmelerin önemli bir bölümünün yönü, o dönemde alınan kararların formatladığı bir çerçeve içinde şekillenmiştir. Hedeflerin tam tersi sonuçlarla da karşılaşılmıştır; Kürt sorunu baskılanmaya çalışılırken 12 Eylül dönemi sonrasında PKK terörünün tırmanması gibi...

*

Türkiye’deki sivil kadrolar, demokrasiye dönüldükten sonra da uzun bir süre siyaseti askerlerin kurguladığı zemin üzerinde yürütmeyi kabullenmiştir. Anayasa’nın demokratikleştirilmesi süreci 1987’de yasakların kaldırılması adımıyla başlamak üzere ağır bir tempoda kademede kademe ilerleyebilmiştir. 1995 yılında partiler üstü bir mutabakatla yapılan anayasa değişiklikleri bu açıdan kayda değer bir dönüm noktasıdır. Ardından 1990’lı yılların sonunda AB’ye tam üyelik süreci ile birlikte koalisyon hükümeti döneminde atılan adımları AK Parti’nin 2002 Kasım ayında iktidara gelmesinden sonra devam eden değişiklikler izlemiştir. Askerlerin MGK üzerinden karar alma mekanizmasındaki ağırlığının sınırlanması bu değişikliklerin en kritik yönlerinden biridir.

Tabii anayasa referandumu sonucu 2010’da yargıda iplerin Gülen cemaatinin eline geçmesiyle sonuçlanan kazalar da yaşanmıştır. Son olarak, anayasa üzerindeki değişiklikler, ülkenin yönetim şeklinin parlamenter düzenden başkanlık sistemine geçtiği ve yürütmenin yasama ve yargı üzerindeki nüfuzunun iyice yerleştiği köklü bir sistem değişikliğine kadar uzanmıştır.

Özetle, askerlerin tuğrasını taşıyan 1982 Anayasası üzerinde bugüne dek 20 dolayında değişiklik paketi hayata geçirilmiştir. Ancak çok temel bir noktayı gözden kaçırmamak gerekiyor. Türkiye’de başkanlık sistemine geçilmesi bile 1982 Anayasası üzerinde yapılan değişiklikler suretiyle gerçekleşmiştir. Yürürlükteki anayasa metninin hemen girişinde kabul tarihi olarak ‘7 Kasım 1982’ yazılıdır.

Bu yönüyle baktığımızda, bugünkü anayasa metni içerik olarak ne kadar başkalaşmış olursa olsun, doğrudan sivillerin geniş bir mutabakatla hazırlayacağı yeni bir anayasaya olan ihtiyaç -kısa dönem için gerçekçi görünmese bile- uzun dönemde Türkiye’nin gündemindeki yerini er geç alacaktır.

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp