Top
16/09/2020

Bir muhalif olarak Fatih Portakal

Bugüne kadar Fatih Portakal’ı ekranda iki kere izledim. İlki, Star Haber için yaptığı Makbule Tokmak söyleşisiydi. Kibariye’nin annesi, “Şofer Tünay,” desem daha kolay hatırlarsınız. Portakal’ın haberciliğindeki zirvedir.

İkinci sefer de Mehmet Ali Birand’ın haber bülteninde bir kere karşıma çıktı, “Kim bu Metin Uca-Tayfun Talipoğlu kırması,” diye düşündüm. Habere “performans” katanlardan oldum olası hoşlanmam, ama kimse Türkiye’nin geneliyle benim beğenilerimin tutacağının garantisini vermemişti zaten. Nitekim bu “performans” karşılığını buldu, Portakal kısa sürede Türkiye’nin en beğenilen haber sunucularından biri oldu.

KEMAL SUNAL MUHALEFETİ

İzleyicisi olmadım ama Portakal’a kayıtsız kalamadım elbette. Kemal Sunal filmleri ne kadar muhalifse o da o kadar muhalifti aslında. “Hayat pahalılığı yetti be!” noktasından bir milim daha derine inmemekte kararlı, kahvehane isyanının ötesine geçmeyen bir anlayış bu. Reha Muhtar her akşam jenerikte “Bu insanlar nerede kalacak, nerede bu devlet?” sloganını attırarak bu itirazın şahını yansıttı; bu açıdan bilindik, tanıdık bir formüldü Portakal da. Derinlemesine değil, eğlenceye meyilli televizyona uygun olan da bu herhalde.

Bu formülün bir başka özelliği de her ne şartta olursa olsun mutlaka ama mutlaka resmi ideolojiden yana tavır almak, gerektiğinde militer de olsa devletin dilini sahiplenmektir. Bütün kurumlar gibi devleti de sorgulaması gereken gazeteci slogan haberciliğinde kendisini devletle aynı safa koyar, “biz” diye söz almaya başlar. Abdullah Öcalan tutuklandığında İtalya Başbakanı’na yönelik haberlerdeki resmi söylemle bugün Macron’a karşı üslup arasında hiç fark yok. Politikacılar bu üslubu takınabilir, gazeteci her şartta mesafeyi korumalıdır oysa.

Muhtar başarısının karşılığını yalı sahibi olarak aldı; gözüm yok çünkü hakkıyla kazandı, ABD’de olsa o rating’le ada sahibi olurdu. “Muhalif gazeteci” olup Türkiye’nin ikinci büyük muhalefet partisine haberlerinde yer vermeyen Fatih Portakal’ın da en azından çiftlik sahibi olduğunu, hükümet medyasının saçma sapana bir garaja takılmasından, evinin üzerinde drone uçurulmasından biliyoruz.

Türkiye’de muhalif gazeteciler çiftlik ya da yalı sahibi olmazlar, hapse atılırlar. Çünkü asıl muhalefet sistemi, karşısındaki dev bir yapılaşmayı karşına almaktır. Herkes taparken ben FETÖ tehlikesi yazdığımda bunu ödülü değil bedeli olacağını biliyordum, mesela. Ama Portakal hep ödüllendirildi, bu kadarını, tatlı su muhalifliğini bile kaldıramadı.

SÖZÜ BİTTİ ÇÜNKÜ

Veda ederken söylediği bir cümle dikkatimi çekti: “Söyleyecek sözüm kalmamıştı,” diyor. Haksız değil, derinlemesine inemeyen, sloganlara endeksli bir gazetecilikte döndürüp döndürüp kullanılan kalıplar bir süre sonra tıkanıyor, tükeniyor. Gerçi kendisini tutamayıp twitter’dan şakımaya da devam ediyor, çünkü kendi cemaati ondan bunu bekliyor.

Sorun da bu cemaat, gazetecilikte cemaat sahibi olmak aslında. Özellikle kendilerine muhalif diyen okur-izleyicinin tek istediği bu boş sloganların atılması. Ayrıntılara, veriye, bilgiye tahammülleri yok; öğrenmek, anlamak da istemiyorlar. Önemli olan gazlarının alınması. En çok da “Ey Tayyip” diye başlayan sloganlardan tatmin oluyorlar. Slogan atmayanlarsa otomatik olarak satılmış, yandaş, ya da son zamanların moda ithamıyla küreselci.

Slogan gazeteciliğine kategorik olarak karşı değilim, bunun dünyada çok yaratıcı örnekleri var. İsterseniz Serdar Turgut size anlatır “Üstsüz barda kafasız ceset” olayı. İtiraz ettiğim kendilerine aydın, okumuş kesim diyenlerin bile bu tuzağa düşmeleri, başka bir gazetecilik olabileceğini kabullenememeleri. “Muhalif gazeteci” lüzumsuz bir tanımdır, gazeteci zaten her türlü kurumu sorgulamak zorundadır. Ama bunu illaki slogan atarak yapmak zorunda değil. Hatta çoğu zaman slogan atmadan, veriye, bilgiye, araştırmaya dayalı gazetecilik iktidarı hesap vermeye zorlar, yükümlü kılar. Türkiye’nin aydınlık insanları da daha iyisini hak ediyor.

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp