Top
29/09/2019

“Tüfekliler”in peşinde!

 

2006 yılında kızımız dünyaya geldiğinde doktoru bize, “üç yaşına kadar organik besleyin, kemikleri iyice güçlensin” dedi, biz de tavsiyesine uyduk, her hafta cumartesi günleri muntazaman Şişli’deki Organik Pazar’a gittik geldik.

Bir süre sonra alışkanlık yaptı. Orada bir sürü dost edindik.

Aradan yıllar geçti, bir gün karım Nazilli’de organik ürün yetiştiren İpek Hanım’ın Çiftliği'nden bahsetti... İnternet üzerinden sipariş veriyorsun, istediğiniz her şeyi kolileyip gönderiyorlar. Ha pazara gitmişsin, ha oradan sipariş etmişsin! Hem çiftliğin sahibi Pınar Kaftancıoğlu müşterilerine çok güzel mektuplar da yazıyormuş. Pınar Hanım çiftliğine kızı İpek’in adını vermiş.

“Hanımın dediği olur” dedik, oradan gelen siparişlerle haftalık sebze meyve ihtiyacımızı karşılamaya başladık, bir süre sonra Şişli’deki pazarı unuttuk.

Sonra duyduk ki Pınar Hanım İstanbul’da bizim eve yakın bir yerde Balmumcu’da dükkan açmış.

Allah verdi iki göz... Şimdi oradan alış veriş yapıyoruz.

*

Dükkana her gidişimde, kasalardan sebze meyve seçerken aynı hikayenin uğultusu dolanıyor kafamda.

Zaten karım ilk defa Pınar Hanım’ın soyadını söyler söylemez çağrışımlar üşüşmüştü beynime. Acaba bu “Kaftancıoğlu”nun o “Kaftancıoğlu”yla bir ilişkisi var mıydı?

Sonra Yıldıray Oğur’un bir yazısında hikayesini okuyunca bütün taşlar yerine oturdu.

Hikaye berraklaştı kafamda.

Bu arada politika semalarında Canan Kaftancıoğlu diye birisi belirdi, CHP İstanbul İl Başkanı oldu, parladı, sonra attığı birkaç tivit dolayısıyla yargılandı, ceza aldı, ama onun hikayesi ayrı, o “Kaftancıoğlu ailesine” dışarıdan gelmiş bir gelindir, benim hikayemin kahramanı Pınar Hanım’ın babası yazar Ümit Kaftancıoğlu, daha doğrusu onun bir romanı...

*

Pınar Hanım eminim o günü çok iyi hatırlıyor, nasıl unutsun ki, gözünün önünde öldürdüler babasını. Ama o günü Pınar Hanım kadar olmasa da ben de hatırlıyorum.

Bahar ürkek filizlerini yeni yeni salmıştı ortalığa. Nisan’ın 11’ydi, bundan tam 39 yıl önce... 1980, ortaokul bitiyor, sonbaharda liseye kayıt yaptıracağım. Dağ taş “devrim, devrim” diye inliyor. Hakkari gibi dağlar arasında saklanmış küçük bir şehirde bizlerin de yumrukları sıkılı, bugün değilse yarın memlekete sosyalizm gelecek!

Aşık İhsani’nin sesi yankılanıyor her yerde, “Taban uyanıyor taban, durduramaz onu baban!”

Akşam radyodan duydum haberi:

“Yazar Ümit Kaftancıoğlu’nu da vurdular!”

Sanki oracıkta ben de vuruldum!

*

 

Vurulan benim bir yanımdı, yazarımdı çünkü. Kitaplarını okumuştum. Hikayelerinden oluşan “Dönemeç”ini, bir de “Yelatan” romanını... Şimdi her yerde, asıl okumak istediğim romanı “Tüfekliler”i arıyordum, yoktu. Bir türlü elime geçmiyordu.

O sırada kitapçılık da yapıyordum. Bir arkadaşımla birlikte küçük bir dükkan bulmuş, Hafız Toğan abime koşmuş, ondan para istemiş, o da iki bin lirayı esirgememiş, küçük dükkanı hemen kiralamış, duvarlara iptidai raflar yaptırmış, yayınevlerinin kataloglarından önce okumak istediğim kitapları seçerek siparişler vermiştim. Gelen kitapları raflara dizmeden gelenlere satıyor, hemen hemen boş dükkanda, zaten dersler de boş, okula gitmişliğimiz yok, akşama kadar boş boş oturuyor, o kitaptan, bu kitaptan alıntılar yaparak tıpkı Yılmaz Erdoğan’ın “Vizontele Tuuba” filminde olduğu gibi birbirimizin yüzüne tükürür gibi kelime fırlatıyorduk. Yaptığımızın adına da “siyasi tartışma” diyorduk.

Bizim küçük şehrimizde hayat nasılsa, memleket sathında da aslında durum farklı değildi.

*

Her şeyden önce aradığım romanın adını çekiyordu beni. “Tüfekliler”... Mardin’i anlatıyordu, Derik’i, Abdürrahim Türk cinayetini falan... Hakkında birkaç edebiyat dergisinde, gazetede eleştiri yazısı kumuştum o kadar.

Okumak için sabırsızlanıyordum.

*

Devir, köy edebiyatı devri... Yıllar önce Mahmut Makal “Bizim Köy”ü yazarak bir şeyleri tetiklemiş, ardından Kemal Tahir devreye girmiş, arkasından Yaşar Kemal “İnce Memed”i yazmış; onun arkasından da Köy Enstitülerinden mezun olan eli kalem tutan diğer köylü çocukları kaleme sarılmış, bir anda memleketin kültür hayatına adına “toplumcu gerçekçi” dedikleri bir edebiyat virüs gibi yayılmış, kısa sürede kendi starlarını da yaratmıştı.

Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Abbas Sayar, Hasan Kıyafet, Dursun Akçam bu furyanın önde gelen yazarlarıydı. Fakir Baykurt’un her romanı olay oluyor, filme çekiliyor, oyunlaştırılıyor, bir edebiyat starı muamelesi görüyordu.

O ortamda misal Oğuz Atay yazdığı “Tutunamayanlar”ı bastıracak yayınevi bulamıyor, Orhan Pamuk “Cevdet Bey ve Oğulları”yla Milliyet armağanı kazandığı halde kitabı piyasaya çıkmıyordu. Zaten dana önce muhteşem romanlar yazmış olan Ahmet Hamdi Tanpınar unutulmuş, Yusuf Atılgan’a kimse yüz vermiyor, iyi edebiyatın esamesi bile okunmuyordu. (1958 Yunus Nadi Roman Armağanı yarışmasında Fakir Baykurt’un “Yılanların Öcü” romanı birinci, Yusuf Atılgan’ın “Aylak Adam”ı ikinci oldu.)

Devir köy edebiyatı devridir ve peynir ekmek gibi satılan bu romanların yazarlarının tamamı sosyalisttir. Aslında kendi hayatlarını anlatıyorlar. Köylük yerde, fakir zenginden çoktur. Köylüler, pozitivist ahlaktan çok geleneksel ahlaka bağlıdır. Köylerde imamlar, şeyhler, ağalar da vardır. Köylü hem topraksızdır, hem de toprağını verimli kullanacak araçlardan yoksundur. Bu romanlarda çatışmaların tarafları hemen hemen bütün yazarlarda aynıdır.

Sömürülen veya ezilen köylünün yanında bir öğretmen, kaymakam, hakim, yani devlet memuru bir “aydın” vardır. Sömürenler ağadır, belediye başkanıdır ve yanında her zaman şeyh veya imam vardır. Bazen aydının vereceği savaşa, ezilenlerin içinden bir kadın kahraman önderlik yapar. Bu romancıların hepsinin bir misyonu vardır, edebiyat devrime giden yolda bir araçtır, devrim kırdan başlayacak, köylüler önderlik yapacak, memlekete sosyalizm gelecek!

Tezek kokar bu romanlar, kızgın tereyağı buğusu salar ortalığa, bulgur pilavı sevdirir, kesif bir şalvarlı erotizm yayılmıştır her satırına...

Hayata o romanlarda anlatılan köylere benzer bir köyde gözlerini açmış benim gibi bir kitap delisinin uğruna ölebileceği bir edebiyattır.

Bu romanların hemen hemen hepsi Yaşar Kemal’in Çukurova’sını dışında bırakırsak, Orta Anadolu köylerinde geçer. Benim yaşadığım bölgenin köyleri, -Ferit Edgü’nin grotesk bir hava taşıyan “Hakkari’de Bir Mevsim” romanını saymazsak-, bu romanlarda yoktu.

*

Ümit Kaftancıoğlu’nun “Tüfekliler”ini bu yüzden de çok merak ediyordum.

Hep aradım durdum, hiçbir yerde karşıma çıkmadı, elime geçmedi.

Biz devrim yapamadık; Ümit Kaftancıoğlu’nun öldürülmesinden beş ay sonra, askerler ihtilal yaptı ve ben de “Tüfekliler”in peşini bıraktım.

*

1983 yazı çok güzel bir yazdı. Lise diplomamı aldım, İstanbul’a geldim, bu şehri tanıdım; kitaplarını okuduğum, hayranlık beslediğim, günün birinde onlar gibi olmak istediğim birçok yazarı, şairi Bostancı’daki Vedat Günyol’un evinde tanıdım.

Vedat Hoca’nın evi bir kütüphaneydi. Koridorlar, odalar, salon, mutfak, hatta banyo bile kitap doluydu. Hayatı boyunca biriktirdikleri yani... Bir hazinenin içine düşmüştüm. Bütün günlerimi o tozlu kitapların arasında eşelenerek geçiriyordum. Bir gün yine böyle eşelenirken elime “Tüfekliler” geldi. Dondum kaldım. Kayıp bir eşyayı bulmuş, çok sevdiğim bir arkadaşımla karşılaşmıştım. Remzi Kitapevi, 1974 ilk baskısı... Kulaklarım bir anda bütün seslere kapandı, yalnızdım, orada bir sedir vardı, uzandım, kitabı büyük bir iştahla okudum.

Heyhat! Bu kadar uzun yıllar aradığım kitap bu muydu? Yoksa devir değişmiş, köy edebiyatı miadını doldurmuş, artık hayatıma Oğuz Atay, Ahmet Hamdi, Yusuf Atılgan, Orhan Pamuk mu girmişti? Evet, “Cevdet Bey ve Oğulları”nı o günlerde okumuş, belli ki artık “şehirden de romancı çıkar!” fikrine doğru hızla yola çıkmıştım.

O yıl üniversite yurduna taşındığımda Vedat Günyol’dan tek bir şey istedim.

“Hocam, biliyorum bu kitap size imzalanmış ama ben alabilir miyim? Bende çok özel bir yeri var da... Çok aradım bu kitabı, şimdi buldum, bana hediye eder misin?”

“Ben de yakında bütün bu kitapları bir yere bağışlayacağım zaten, al senin olsun oğlum” dedi.

Çocuk gibi sevindim. Kitabı kutsal bir emanet gibi en saklı yerimde muhafazaya aldım.

*

Geçen gün, kütüphanemde bir şeyler ararken, Fakir Baykurt’un sekiz ciltlik hatıratının yanına yerleştirdiğim “Tüfekliler” geçti elime yine. Vedat Hoca’nın bana hediye ettiği kitap yani...

Fakir Baykurt ile Ümit Kaftancıoğlu’nun arkadaş olduğunu biliyordum. Belki de o yüzden yan yana koymuşum kitaplarını.

Bu aralar “Kaftancıoğlu” soyadı hep gündemde ya, tekrar romanı karıştırmaya başladım.

Kars Cılavuz Köy Enstitüsü’nden mezun olan Garip Tatar (Ümit Kaftancıoğlu), Mardin’in Derik ilçesine atanır. İlk görev yeridir, 1958 yılında burada göreve başlar. Roman, baş kahramanı Fevzi öğretmenin, -ki kendisine Raskolnikov der- Derik’e gelişiyle başlar.

Daha romanın 15. Sayfasında şöyle bir sahne var:

“Münir Bey, Fevzi’nin sınıfından bir öğrenci çağırdı. Giyiminin düzgünlüğü, dilindeki Türkçenin açıklığı, bir de çok sessiz, suskun oluşundan iyi tanıyordu bu öğrenciyi Fevzi. Uzunca boylu sayılırdı. Çalışkan bir öğrenci değildi. Belki de Fevzi iyi bir öğretmen değildi.

Münir Bey çağırdığı öğrenciye:

- Ağabeyin yakında gelecek mi, diye sordu.

- Ben yarın ‘Kasro Kanco’ya gideceğim, isterseniz söyleyeyim gelsin, dedi öğrenci Ahmet Türk.”

Beklenen kişi Ahmet Türk’ün ağabeyi Abdürrahim Türk’tür ki, 1973 yılında Necmioğulları tarafından öldürüldü, ağabeyinin ölümü üzerine de aşiretin başına o zamanlar Ümit Kaftancıoğlu’nun öğrencisi olan Ahmet Türk geçti.

Demek Ümit Kaftancıoğlu, Ahmet Türk’ün ilkokul öğretmeniydi. Şimdi hikaye daha ilginç bir hal alıyordu.

*

Romanı bıraktım. Fakir Baykurt’un anılarını okumaya başladım. Hatıratının sekizinci cildinin bir yerinde uzun uzun arkadaşı Ümit Kaftancıoğlu’ndan da bahseder Fakir Baykurt.

1970’li yıllarda TRT Hikaye ve Roman ödülleri veriyor. Hikaye dalında birinciliği Ümit Kaftancıoğlu kazanır. 12 Mart günleri, Fakir Baykurt hapishanede. Ümit Kaftancıoğlu, hapishanedeki Baykurt’a bir mektup yazar, henüz tanışmıyorlar, ödüllü kitabının Remzi Kitabevi’nden çıkması için “aracı” olmasını ister. Ödül almış ama kitabı basılmıyor.

Fakir Baykurt, hapishaneden Remzi Bengi’ye mektup yazar, kendisine gösterilen ilgiyi Ümit Kaftancıoğlu’na da göstermesini ister. Fakir Baykurt ister de yayıncı hayır der mi? Remzi Bey de dediğini yapar. Benim ilk okuduğum kitabı olan “Dönemeç” böyle çıkar piyasaya.

Hapishane çıkışı tanışırlar. Kaftancıoğlu TRT İstanbul radyosunda yapımcıdır. Yazıyor, araştırıyor, türkü derliyor. İlkokula ilk başladığımda öğrendiğim ilk Türkçe türkü olan “Evreşe yolları dar” ile “Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar” türkülerini meğer o derlemiş. (Yıllar sonra Çanakkale’ye giderken, Evreşe tabelasını gördüğümde, çocukluğumda hep söylediğim türküde bahsedilen yerin bu Evreşe olduğunu görüp hayretler içinde kalmıştım.)

Fakir Baykurt, Ümit Kaftancıoğlu’nu şöyle anlatır:

“Yüz yüze tanıştık. Pos bıyıklı, uzun boylu, güldür güldür konuşan, sevgisini saygısını belirtmek için söz sıkıntısı çekmeyen bir arkadaş.”

Arkadaş olurlar. Fakir Baykurt ki o dönemin edebiyat starıdır, onu hep kollar. Çünkü arkasından bir yığın dedikodu dolaşıyor Ümit Kaftancıoğlu’nun. Bizde birisi bizden daha iyi bir iş yapmaya görsün, beriki hemen onu ayağından aşağı çeker!

1975 yılında Ankara’daki Kızılay-Gökdelen’de bulunan Bilgi Yayınevi’e “Parasız Yatılı” ile “47’liler”in yazarı Firuzan, Fakir Baykurt’u çağırır, önemli bir şey konuşacaklarını söyler. İki yazar orada buluşur, yalnızdırlar. Füruzan büyük bir ciddiyetle, bir sır verir gibi, çok kısık bir sesle Ümit Kaftancıoğlu’nun “ajan” olduğunu, o yüzden hemen ilişkisini kesmesini ister Fakir Baykurt’tan.

Baykurt’un kulakları çınlar, başı uğuldar. Uzun bir tartışma geçer aralarından. En sonunda Füruzan, “Kaftancıoğlu’nun ajan olduğu kesin” der atar.

Baykurt belge ister, Füruzan en yakın zamanda “belgeyi” göndereceğini söyler, tartışma böyle biter.

*

11 Nisan 1980 günü, Ümit Kaftancıoğlu kızı Pınar’ı okula bırakıp radyodaki işine gidecekti. Arabanın kapısını açarken iki kişi yaklaşır, “Sen Ümit Kaftancıoğlu musun?” der birisi, “evet” deyince silahlar ölüm kusar.

Ümit Kaftancıoğlu yüzüstü yere kapanır. Tökezlemiş de hemen kalkmaya hazırlanıyormuş gibi. Fakir Baykurt, “Emiliano Zapata’nın atına benziyordu” der, “Vurulduktan sonra uçacaktı.”

Fakir Baykurt’a göre, sağcı Ortadoğu gazetesinin yazarlarından İsmail Gerçeköz’ün öcünü almak için seçtiler onu.

Olay yerinde 9 mm çapında yedi boş kovan bulunur. Kurşunların beşi bedenine saplanmıştır.

Katiller çalıntı bir arabaya biner, kaçar. Kaçan gençler, kim bilir Anadolu’nun neresinden tıpkı Ümit Kaftancıoğlu’nun yetiştiği kalabalık bir fakir ailede büyümüş iki kavruk delikanlıydı.

Fakir Anadolu’nun fakir çocuklarının bir kısmı Anadolu’ya sömürüsüz bir düzen getirmek için başka fakir Anadolu çocuklarını öldürüyor; onlara benzer başka fakir Anadolu çocukları da Anadolu’ya “Allah kitap tanımaz dinsiz komünistler” egemen olmasın diye onları öldürüyordu.

*

13 yaşında babası gözleri önünde öldürülen Pınar bu travmayla büyür, çok sonra 30 Mart 2014 seçimlerinden AK Parti’den Nazilli Belediye Meclisi’ne aday olur. Üçüncü sıradan seçilir. Ancak sağcıların öldürdüğü solcu bir yazarın kızı bunu yapamaz diye linç kampanyasına maruz kalır.

Organik ürünlerini bizim gibi internetten sipariş edenlerin büyük çoğunluğu siparişleri iptal eder. O da tazyike daha fazla dayanamaz, bizim de aralarında bulunduğumuz müşterilerine istifa ettiğini duyuran uzun bir mail gönderir, mesajını şöyle bitirir:

“(....) AKP çizgisine en az sizin kadar uzağım. Ona uzak olduğum kadar MHP’ye, ona uzak olduğum kadar CHP’ye de uzağım. Öyle de kalayım. Alışveriş yapıp yapmamanızın hiçbir önemi yok. Sadece anlamanızı ve anlayışınızı rica ediyorum.” Bu memlekette kim kimi anladı ki Pınar Hanım!

 

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp