Top
13/09/2020

Gülşen Bacı, Gülşen Dadı…

Taha Toros 26 Ocak 2012’de 102 yaşında vefat ettiğinde, arkasında 37 kitapla büyük, çok büyük bir arşiv bıraktı. Bir asırdan uzun hayatı boyunca o kadar önemli ve kıymetli şahsiyete değdi ki hangisini saysam… Mustafa Kemal’den De Gaulle'e, Yahya Kemal'den Nazım Hikmet'e, Orhan Kemal'den Yaşar Kemal'e, Muhsin Ertuğrul'dan Haldun Taner'e ve daha yüzlercesine… Koca ömrüne sığdırdıkları arasında Dadaloğlu keşfi olduğu gibi Yaşar Kemal’e okuma yazma öğretmek de var mesela.

“Bugün kanserin bile tedavisi mümkün. Ama ‘arşiv’ hastalığının tedavisi yok. Ne diyeyim, Tanrı, bu türden hastalığa yakalananları kurtarmasın!” sözü onundur.

Vefatından sonra devasa arşivini Şehir Üniversitesi satın aldı. İnternette bir şeyler ararken mutlaka onun arşivinden bir yerlere düşmüş nadide bir parçayla karşılaşmak mümkün.

Çarşamba günkü yazımla ilgili sanal alemde eşelenirken yine onun arşivinden bir şey çıktı karşıma. Eğer bir belgeyi Taha Toros saklamışsa o mutlaka mühim bir belgedir! Karşıma çıkan şey şair Can Yücel’le vakti zamanında bir dergide yapılan bir mülakatın kupürüydü, üzerinde onun damgası vardı, okumaya başladım, bir yerde çocukluğunu anlatırken Can Yücel şunları söylüyordu:

“Gülşen Dadı vardı. Gülşen Dadı eski İstanbul hatırası gibi. Bıcır bıcır konuşan bir Habeş kadındı. Pek tatlıydı. Babama falan da bakmış.”

Babası Hasan Ali Yücel’le ilgili olarak da aynı mülakatta şunları söylüyor şair:

“Tabi bir de babam vardı. O yıllarda müfettiş, Anadolu’yu dolaşır. Arada bir eve gelir. Tam otururuz masaya, çat kapı bir polis gelir, ‘Dolmabahçe’den çağrılıyorsunuz’ derdi. Kalkar gider. Saat ikide üçte çakırkeyif bir halde gelir. Beni uyandırır öper öper, ondan sonra da sızardı.”

Şair oğlunun “Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi” diye tarif ettiği babası Hasan Ali’nin “Geçtiğim Günlerden” adlı hatıratında, “Gülşen Dadı”dan, “Gülşen Bacı” diye bahsettiğini hatırladım bunları okurken.

Babanın “bacısı”, oğulun “dadı”sıydı demek.

*

“Gülşen Bacı”nın hikayesi o kadar hazin bir hikayedir ki, Hasan Ali Yücel’in hatıratını okuduğum günden beri hiç çıkmadı aklımdan. Bu her açıdan hüzünlü, bu her açıdan kederli hikayenin, sadece o kitabı okuyanların bilebileceği bir hikaye olarak kalmasına gönlüm elvermedi, bir de ben anlatmak istedim size.

*

Hasan Ali Yücel, çocukluğundan kırk yaşına kadar evde hep iki anneannenin varlığıyla yaşamış. Birincisi bir Türk, öteki Habeş’miş. Habeş olanın rengi farklı, şivesi tuhafmış ama hiçbir zaman bu kadın nasıl oluyor da annesinin annesi oluyor tereddüdünü yaşamamış. Doğduğunda onu görmüştü ve Gülşen Bacı onlara daima analık yapmıştı.

Hiç çocuğu olmamış. Hasan Ali ve annesini çocukları bellemiş, başka çocukların özlemini çekmemiş, kendi çocukları olsa bile onlar kadar sevemezmiş zaten.

Hasan Ali çocuk merakını yenemez bir gün, memleketimize nasıl getirildiğini sorar Gülşen Bacı’ya. Acaba hikayesini biliyor muydu?

Bilmez mi? Kim çocukluğunu unutur ki? Çocukluğunu hatırlamamak, cenneti unutmaktır. Ne kadar yaşlanırsan yaşlan, çocukluk hatıraları hep taze kalır belleğinde insanın.

*

Gülşen Bacı, bir Habeş kabile reisinin kızıymış. Akranlarıyla bir gün çayırda oynarken, melunun biri gelmiş çocukların arasından onu alıp kaçırmış. O zamanlar çocuk kaçırmaları yaygın, esir tacirleri kaçırdıkları çocukları götürüp satıyorlar esir pazarlarında.

1869 yılında Süveyş Kanalı açılır. Bu kanaldan geçen ilk Türk gemisinin kaptanı Bahriye miralayı Şükrü Bey’dir. Şükrü Bey, Hasan Ali Yücel’in anneannesinin dayısıdır.

Kaptan, günün birinde Yemen kıyılarına yaptığı bir sefer sırasında bir esir pazarına uğrar ve pazarda satışa çıkarılmış olan bu kızcağızı satın alır. Majestelerinin kanunlarına göre o sırada esir ticareti yasak, o yüzden İngilizler kendilerine ait kıyılarda geçen bütün gemileri sıkıca arıyorlar. Kızıldeniz’in artık neresindelerse Şükrü Kaptan’ın da gemisini aramışlar ama Habeş çocuğu bulamamışlar. Çünkü İngilizler bulmasın diye, onu yelken bezine sarıp grandi direğinin tepesine çekmişler.

Kızı İstanbul’a getirir, düğünü sırasında yeğenine çeyiz halayığı olarak hediye eder Kaptan Şükrü Bey .

Küçük Habeş kızı o sırada sekiz on yaşlarında ya var ya yok. Narin bir bedeni var, soğuğa dayanıksız, evdekiler onu bağırlarına basar, ona kendi çocukları gibi bakarlar.

*

Hasan Ala Yücel’in annesi Neyyire Hanım 1877’de doğar. Artık evde Gülşen adını almış olan genç kız ona dadılık yapmaya başlar. Dadılık Neyyire Hanım evleninceye kadar sürer.

Günün birinde Gülşen’i de evlendirmeye karar verirler, Yenikapı Mevlevihanesi’nde kazancı Hasan Dede’yle baş göz ederler onu.

Hikayenin gerisini Hasan Ali Yücel, Gülşen Bacı’dan devralır:

Bu Hasan Dede evliya gibi bir adammış. Tekkenin müezzini, ayrıca kudümzeniymiş. Güzel naat okur, ayini kimse ondan güzel terennüm etmezmiş. İyi bir insan nasılsa Hasan Dede öyle biriymiş. Ruhuyla, bedeniyle pür-u pak bir beşer… Güzel Arapça bilir, elinden Mesnevi düşürmezmiş.

Bir ara onu Kütahya Mevlevihanesi’ne şeyh yaparlar, hiçbir şeye hayır demeyen Allah’ın kulu kalkar gider oraya ama kısa bir süre sonra Gülşen Bacı orada “daüssıla”ya yakalanır, hastalanır, yatağa düşer . (‘Daüssıla’ memleketi ölümüne özlemek demektir… Mesela Ahmet Kaya’nın sürgünde, Paris’te onu özlemesi gibi:

‘Üzmeyin beni

zaten çok yalnızım

Üzmeyin beni

çabuk yaşlanırım

Vay benim köpek yalnızlığım

ben memleket arsızıyım’.)

*

Kocasına, “Seni evlendireyim, sen burada kal, beni bırak, ben çocuklarıma gideyim” demiş ama Dede’nin Gülşen Hanım’ı bırakmaya hiç niyeti yok, şeyhlikten itizar eder, bir müddet sonra birlikte İstanbul’a dönerler.

Hasan Ali annesinden duymuş, Gülşen Hanım, Dede ile evlendiğinde, birliktelikleri için tek şart koşmuş: Aklına geldikçe çocuklarına gitmek! Dede şartı kabul etmiş. Perşembe günü gerdeğe girmişler, Cuma sabaha Gülşen Bacı koşa koşa Aksaray’daki efendilerinin evine koşmuş. “Bacı ne işin var burada?” diye sorduklarında, “Anlaşmamız böyle” cevabını vermiş.

Gerisini Hasan Ali’den dinleyelim:

Bütün çocukluk ve hatta gençlik devremde babam bizi ancak iki eve gece yatısı misafirliğine götürmüştü. Biri anneannemin, öbürü bacımın evi. Ne kardeşlerinde ne kardeş çocuklarında ne üvey annesinde bir gece kaldığımızı hatırlamıyorum. Bu iki misafirlik benim için bayram olurdu. Bana ilk naatı Mevlana’yı meşeden, beni namazda müezzinliğe, tekkenin minaresinde ezan okumaya alıştıran Hasan Dede olmuştur. Hele yaz sabahları tekkenin yüksek minaresinin şerefesinden essalat verdiğim zaman sesimin geri gelen ‘Allahuekber’lerini dinlerken nasıl vecde gelir, nasıl kendimi kaybeder gibi olurdum anlatamam. İlk subhun yüce duygular tecrübesini bu minarenin şerefesinde yapmışımdır.”

Hasan Dede’yi daha sonra 5. Mehmed’in ikinci türbedarı yapmışlar, o yüzden Eyüp’e taşınmışlar. Mütareke döneminde Hasan Ali Cağaloğlu’ndaki mektepten her defasında oraya yayan onları görmeye gider. Ter içinde eve girdiğinde bacısı ona darılır. Bir önceki gelişinde verdiği parayı neden vesaite vermediğini sorar, o da yalan söyleyemediği için parayı nereye harcadığını söylemez, sadece gülümser. Bu ilahi insanların muhitinde yalana yer yok. Hasan Ali, “Ben sahici Müslümanlığı onların havasında bağrıma sindirmişimdir,” der.

Hasan Dede 1922’de vefat eder. Yalnız kalan Gülşen Bacı “efendi” evine döner. Hasan Ali’nin mebusluğuna kadar onun hizmetlerini görür. Bütün ömrünü onlara bağışlamış zaten. Annesine, annesinin kardeşlerine ve Hasan Ali’ye dadılık yapar. Hasan Ali Yücel’in ikizleri Can ile Canan doğunca bu kez onlara dadılık yapmaya başlar. Onları kimseye teslim etmez, dört yaşından itibaren onları her sabah okula kendisi götürüp getirir.

*

Bir gün nasıl olmuşsa bir vakit namazını kaçırmış Gülşen Bacı. Hasan Ali, “Yarın ahirette ne yapacaksın bacı, Allah’a borçlu kaldın” diye takılınca, şu cevabı alır:

“Benim Allah’a bir can borcum var, başka verecek bir şeyim yok. Ama ondan alacağım çok. Beni küçük yaşımda anamdan, babamdan ayırmış, ne kadar iyi olursa olsunlar kendi kullarına kul etmiş. Nihayet halayıklıktan azat edip bir adamla evlendirmiş. Uzun ömrümün ancak yirmi yılını kendi evimde geçirdikten sonra o adamı da benden almış. Bir gün namazımı, orucumu bırakmamışım. Kimseye kötülük etmemişim. Yalan nedir bilmem. Hiçbir şeye fena gözle bakmamışım. Bana ne soracak? Ya ben ona, ‘Beni bu hallere sokmak için mi yarattın?’ dersem o ne cevap verecek?”

Gülşen Bacı “efendilerini” sever ama sevgisini hiç açığa vurmaz, kimseye yüz vermez, ciddiyetini bozmaz, asaletini yere düşürmez, sahici prenses edasını hayatı boyunca elden bırakmaz.

Yıllar sonra Hasan Ali Yücel Ankara’dan İstanbul’a eve geldiği “ender” günlerden birinde onu yatakta hasta yatarken bulur. Ufalan vücudu yatağa serilmiş, büyük güzel başı yastığa gömülü… Onun geldiğini hissedince gözlerini açıp gülümser, hal hatırını sorar, alnındaki teri silip yanına oturur, sonra Hasan Ali’ye “hadi git yat” der, o da onu öpüp odasına çekilir, eline Hayyam’ın o gün aldığı kitabını alır, tam okumaya başlar ki, Gülşen Bacı’nın bakıcısı kapıyı açar, telaşlı bir sesle “Beyefendi, Bacı inna lillah oldu,” der.

Sessizce aralarına gelen Gülşen Bacı, o gece sessizce çekip gider aralarından.

*

Ertesi gün cenazeyi Feriköy mezarlığına götürmek üzere evden alırlar. Hasan Ali şaşkın ve perişan... Cenazenin arkasından hayli yürüdükten sonra yalın ayak olduğunun farkına varır, lastiklerini giymek için eve geri döner. Pabuçlarını giyip kendini sokağa atar. Cenazeden ayrıldığı yere gelir. Cenaze yok… Sağa koşar, sola koşar, gelip geçenlere sorar, yok, cenaze sırra kadem basmış. Meğer cenazeyi Feriköy’e değil, Şişli ilerisindeki mezarlığa götürmüşler. Nihayet oraya varır. Bir sürü taze mezar, bir sürü tümsek… Hepsi de o günün mezarları… Bacısının mezarını arar, arar bulamaz.

Hikayeyi şöyle bağlar Hasan Ali Yücel:

“O da zaten öldükten sonra bulunmamayı ve bilinmemeyi istediğini söylerdi. Gülşen Bacı benim için ölmemiş, kaybolmuştu. Bakalım onu bulmak ne zaman bana kısmet olacak?”

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp