Top
10/08/2022

Üç külhani!

Sol cenahın aydınları içinde; Cemal Süreya’nın bir dönem ranza arkadaşlığından mütevellit kadrini bilmesinden başka Sezai Karakoç’un hakkını veren tek büyük şair Ece Ayhan’dır.

Ece Ayhan her şeyden önce bu iki büyük şair hakkında şu muhteşem tespiti yapar:

İlginç bir saptama: Sezai Karakoç ile Cemal Süreya Mülkiye’yi (Siyasal Bilgiler Fakültesi) bitirmişlerdir ama ‘mülkiyetle’ bir ilinti kurmamışlardır.”

Hakikaten de öyle; Süreya ile Karakoç kiralık evlerde ömürlerini tamamladılar.

Cemal Süreya’ya hiç toz kondurmaz Ece Ayhan.

“Sözgelimi Attila İlhan (Halk Partisi ödülüyle lekeli olduğu halde), Asım Bezirci, gazeteci Hasan Pulur, Ömer Faruk Toprak v.s. Cemal Süreya’yı hep parasız yatılı okuduğu ve anne baba dahil hiç kimsesi, bir kiralık evi bile olmadığı için olsa gerek; onu faşist olmakla, Franco’cu, Mussolini’ci ve Hitler’ci olmakla suçlayabilmişlerdir. Akıllarınca belki de Cumhuriyet’in üç-dört şairinden biri olan ve apaçık da Sivil, belki de ilk Sivil şair olduğu olgusunu karambole getirip okurların kafalarını karıştıracaklardır.”

Mülkiye’den arkadaş, beraber müfettişlik yapmış ve aynı anda müfettişlikten istifa edip sadece şair olarak yaşamaya karar vermiş Cemal Süreya ile Sezai Karakoç ikilisinden hangisini daha çok seviyor Ece Ayhan bize pek hissettirmez şair ama Sezai Bey’le ilgili yeri gelince şunları söyler:

“(Yine sözgelişi, Yeni Laiklerce ‘karanlıkçı bir şair’ sayılabilecek Sezai Karakoç (…) Fatih’te sarı devletin kara bir çatı katında kirada oturur. -Sonradan öğreniyorum ki, Sezai Karakoç’un kiralık bir evi dahi yokmuş- Yaş 55; zamanımızın sessizce iki önemli şairimizden biridir.”

Ece Ayhan bunları 1987 yılında yazıyor; ikinci önemli şair dediği Cemal Süreya’dır herhalde.

*

Ece Ayhan’ın, şairlerin dışında en kıymet verdiği insanlardan birisi de İdris Küçükömer’dir.

Ona göre İdris Küçükömer “sıkı bir düşünür ya da uçbeyi”dir. 1987’de ölümünden sonra yazdığı ona dair bir yazıya Sezai Karakoç’un “Yoktur gölgesi Türkiye’de” şiirinin adıyla giriş yapar. Şaire göre Küçükömer’i en iyi anlatan bu şiirin adıdır. Ama Küçükömer’i anlatmadan önce Sezai Bey’i anlatmaya başlar Ece Ayhan ki o tarihlerde Sezai Karakoç 35 yıldır şiir yazıyor:

“Sezai Karakoç, 1955-56 yıllarında Ankara’da Muzaffer Erdost’un yönetiminde ‘Pazar Postası’ haftalık gazetesi çerçevesinde oluşan ve bir görüşe göre de tarihimizde ilk kez ‘parasız yatılıların’, taşra doğumluların, hiçbir zaman ‘Orman’ görmemişlerin bir ‘sıçrama’sı olarak özetlenebilecek İkinci Yeni Akımından önemli bir şairdir. Yani, kısacası, ‘bakışımsızlık’lar, ‘sivillik’ler, ‘uçtalıklar’, ‘atonallıklar’ bin yıldan bu yana İkinci Yeni’yle (Sivil Şiir) ilk kez gündeme geliyordu. Sezai Karakoç da 1962’ye (bilemediniz 1968’e) kadar İkinci Yeni’nin çağdaş ve çağcıl üç şairinden biriydi. Ama şimdi ona artık ‘zamanımızın bir şairi’ denmesi, yerine oturtulması olur.”

Ne yazık ki sol cenah, bulunduğu kamp dolayısıyla Sezai Karakoç’u oturması gereken “şiar tahtına” oturtmadı bir türlü, yok saydılar.

Ece Ayhan “kötülük toplumu” olarak adlandırmıştı bu toplumu belki de bu yüzden. Herkes kendi kampının demokratıdır, herkes kendi çıkardığı sese kulak veriyor, herkese kendi osuruğunun kokusu güzel gelir ya, bundan…

Aynı “kötülüğe” İdris Küçükömer de maruz kaldı. Ece Ayhan “gelmiş geçmiş en büyük düşünür” olarak nitelendirdiği İdris Küçükömer’in bu “kötülük toplumunda” nasıl yetiştiğine hayret eder.

“Biz kentteyiz, kapılar da kapanmış ama ‘Düşünce’ hâlâ daha İstanbul’un dışında, sözgelişi Samandra’da çadırda oturuyor!”

Ne de olsa Türkler Anadolu’ya kara kıl çadırlarla gelmişler şaire göre.

*

“Abiler” lafını Türk şiirine Ece Ayhan soktu. “Mor Külhani” şiiri altı kıtadır. Her kıtanın başında “abiler” lafını tekrarlar şair. “1. Şiirimiz karadır abiler, 2. Şiirimiz her işi yapar abiler, 3. Şiirimiz gül kurutur abiler, 4. Şiirimiz erkek emzirir abiler, 5. Şiirimiz mor külhanidir abiler, 6. Şiirimiz kentten içeridir abiler.”

“Abiler” lafının şiirine girişini ise şöyle anlatır:

“Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) genel kurulu o yıl Kayseri'de yapılıyordu. (…) ülkücüler (….) toplantının yapıldığı salonu basmak isterler. Ayrıca akıllarınca kimi kitapçıları da yakıp yıkmak. O sırada, geceleri bir pavyonda çalışan bir kadın kaldığı otelden çıkmış, yakın bir yere gidecektir gündüz… Bilirsiniz taşrada bulunan konsomatrisler dışarıda son derece ürkek davranırlar. Tıpkı bir gazal ya da karaca yavrusu gibi. Ve otellerinden dışarı adım atmazlar. Bu kadınlar hep herkese karşı alttan alırlar ya da alttan almak zorundadırlar. Sözgelimi kadının yaşı 35-40 olsa bile, zamparalık yapmak için köyden kente inen 17-18 yaşındaki bir ağanın oğluna da ‘abi!’ derler ya da diyebilirler. Hele gencin babası çok zenginse. Müşterinin yaşı ne olursa olsun velinimettir onlar için. Ekmek parası değil canavarın, canavarların ağzındadır bu kadınlar için. Güruh ya da sözde kızgın davranan kalabalık, otelinden nasılsa sokağa çıkmış bir pavyon kadınına rastlar. Yine bilirsiniz taşrada yabancılar, hele söz konusu kişi bir pavyon kadınıysa, giyiminden, kuşamından ve davranışlarından hemen anlaşılır. Kadını sokak ortasında çırılçıplak soymak isterler. Akıllarınca, çevrelerine ‘ahlakçı’ gözükecekler! Kadın onlara; ‘abiler’ der ‘beni öldürün ama bana bunu yapmayın!’ Bu olayın haberini olayın ertesi bir gazetede okumuştum. İşte bu ‘abiler!’ yumuşak çığlığı bana çın! diye vurmuştu. Sarsılmıştım.”

Hep “külhanilerin”, yani “en alttakilerin” seyahat ettiği şehir hatları vapurunda ikinci mevki bilet renginin mor olmasından yola çıkarak bu mecaza başvurduğu söylenir şairin.

“Külhani” bol bol geçer Ece Ayhan’ın şiirinde. Malum, külhan hamamların ısıtıldığı ocaklığa denir. Eskiden, İstanbul’da her hamamın bir külhanı, bir de beyi vardı. İstanbul’da sekiz önemli külhan olduğu söylenir.

*

Ece Ayhan, Kavafis’in 1882’de İskenderiye’den kaçarak İstanbul’a geldiğini yazar. “Hayatı bir şehirde ıskalamışsan, ıskalarsın başka şehirlerde de” diyen şiar İstanbul’da “külhani” törenlerine de katılır.

Ece Ayhan “eski İstanbul kütükçüsü” dediği Reşat Ekrem Koçu’dan ilhamla, külhanbeyliğine alınma törenlerini şöyle anlatır:

“Çocukları ortaya alırlar. Anadan doğma çırılçıplak soyarlar. ‘Kül­hancı’ bir büyük gömlek getirir. Bunun adı ‘Layhar’ın Kefeni’dir. Gömlek iki yakalıdır. ‘Destebaşı’ iki çocuğu yan yana getirir. Bu gömleği çocukla­rın başından geçirir. Sağ yakada ‘eski çocuk’, sol yakada ‘yeni çocuk’… Sağdaki çocuk gömleğinin koluna sağ elini, soldaki sol elini sokar. Yani bir gömlek içinde iki çıplak çocuk! Dışardansa iki başla iki el görülür.

Külhancı ocağın ağzına doğru iki dizi üstüne oturur, ellerini dizleri­nin üzerine koyar ve kardeşlik töreninin duasını okur:

‘Ey Layhar'ın evlatları! Burası baba yurdudur. Burada senin benim yoktur. Burada herkes kardeştir. Bir anadan doğanlar, bir babadan olanlar birbirlerini boğazlayabilir. Oysa Layhar’ın evlatları birbirlerini bir vücut bilirler. Kardeşlerine birisi bir iğne batırsa acısını kendi vücutlarında du­yarlar. Bu kefene sağlığında girenler ölünceye kadar birbirlerini ayrı gör­mezler. Bu ikilikte birliktir. Bu senin sağ elindir. Sen de bunun sol elisin. Vücudunuz birdir. Başlarınız ikidir. Biriniz sağınızı, biriniz solunuzu görürsünüz. Ömrünüzün sonuna kadar birbirinizi görür, gözetirsiniz. Her gün kazancınızı buraya getirirsiniz. Burada bu senindir, bu benimdir yok­tur. Az çoğu artırır, çok hepimizi besler. Kazan birdir, hepimizi doyurur’.

Külhancı ellerini kaldırır, Layhar’ın ruhuna bir Fatiha okur. Sonra oradakiler (bu arada Kafavis) de gelip birer birer gömlektekileri ‘hoş geldin yeni kardeş’ diye öperler. Ve o gece iki çocuk küllerde bir gömlek içinde uyurlar.”

Bu tören Ece Ayhan’ın bir şiirine şöyle girer:

“Hava gırçımadır

İki çocuk da bir gömlek içinde

Valde külhandadır

Hâfız! Sence çocuklar

Çiçeklerin koynunda uyumalıydı değil mi?”

*

Ece Ayhan, Cemal Süreya ile Sezai Karakoç; üçü de Mülkiye’den çıktılar. Ünsal Oskay bir yazısında “Mülkiye’nin bu düzendeki anlamının üç kişi farkındaydı” demişti. Ece Ayhan diyor ki:

“Zaten imkan bulduğumuzda hemen uzaklaştık. Biz ‘faklıydık.’”

Şiirde İkinci Yeni hareketine “Sivil Şiir” diyor Ece Ayhan. O zamana kadar şiire hep “zengin çocukları” damgasını vurmuştu. Değişim yine onların “zengin akrabalardan” beklenirken, “hiç alakası olmayan parasız yatılılardan çıktı.” “Hiç kimsenin bilmediği taşralı çocuklardı bunlar. Ben, Cemal ve Sezai Karakoç…” Hem fakir hem parasız yatılıydılar.

Ece Ayhan, Cemal Süreya ve Sezai Karakoç “göze alabilen” şairlerdi. Kara kuru, yoksul aile çocuklarıydı. Türkiye’nin en iyi mektebinden mezundular ama üçü de “mülke” sırtını çevirdiler.

Ece Ayhan kaymakamlık yapmaktan, Cemal Süreya ile Sezai Karakoç maliye müfettişliği yapmaktan vazgeçtiler.

Ece Ayhan iki arkadaşın durumunu şöyle anlatır:

“Cemal’le Sezai Karakoç yatakhanede sabahlara kadar konuşurlar­mış. Hatta bir olay olmuş: Cemal, Sezai ve ölen bir arkadaşımız vardı, üçü işsizmiş. Köprüaltında konuşmuşlar, ‘Hangimiz iş bulursak aylığımızı alınca buraya geleceğiz’ demişler. Ölen arkadaşımız işe girmiş ve gelmemiş. Cemal’le Sezai iki gün beklemişler. Çok şaşırmış Cemal.”

Kavilleştikleri halde Köprüaltına gelmeyen arkadaşları Doğan Yel, Mülkiyeli olmasına rağmen “şair”değildi, yazdıklarını okuyordu sadece.

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp