Top
07/07/2019

Edepsiz şairin ölümü!

 

Ölüm, kusurlarımızı örten yegane şeydir.

Yaşarken ne kadar sevmezsek de, kendimizden uzak saysak da, eğer ölen kişi kıymetli birisiyse ve kıymetli olduğunu göstermek istemiyorsak yaşarken ona (kimi zaman kıskançlıktan, kimi zaman şımarmasın diye, çokça da siyesi sebeplerden), öldükten sonra o kişi bu kez gereğinden fazla bir “kıymete” biner. (Siz siz olun, “önemli kişi olmak için değil, kıymetli kişi olmak için yaşayın” demişti Çetin Altan bir yazısında.)

Ölüm, cinayet sonrasında ağzımıza takılan bir susturucudur. Bu yeni durum mevta için bir şey ifade ediyor mu hiçbirimiz bilemeyiz ama eğer hemen hemen hepimiz ölen kişinin arkasından güzel şeyler söylüyorsak, o kişi artık hepimiz için ortak bir “kıymet”  haline gelmiş demektir.

Gurur duyarız artık onunla.

O yüzden bazen teşekkür edesim geliyor ölüme.

Bu duyguyu da en çok şairlerin, yazarların, bir değer yaratmış olan insanların arkasındaki halimiz yaşatıyor bana.

 

*

 

Şairin ölümü, şiirseldir. Halin kendisinde şiir vardır çünkü. “Bir şair öldü” dediklerinde, geceyse eğer, kayan bir yıldız var mı diye gayri ihtiyari gökyüzüne bakarım. Kayan her yıldız, bir şairin ölümüne delalettir derler.

Şairi, kelimelerden damıtılan can suyu yıkar, hepimizden daha günahkardır şair, hiçbir su kolay kolay temizlemez onu, sıkılmış kelimelerden damıtılan su ölü bedenini paklar ancak.

Bizi günahına ortak olmaya davet eden kişidir çünkü şair.

Saklı yaramızı bize gösterdiği, bizi sarstığı, bizi kendimize getirdiği, bizi kendimizden geçirdiği, bizi günaha teşvik ettiği, bizi kurulu olan her şeye başkaldırmaya davet ettiği için günahkardır şair.

Ama şairi bizden daha çok yaşatan da işlettiği bütün bu günahların toplamadır.

Şairin işlettiği her günah, müsterih olun, an gelir sevap diye yazılar hanenize, o yüzden siz siz olun korkmayın şairin sözünden.

 

*

 

(“kötü yola düşmüş gecelerden geliyorum

kusuruma bakma gözlerim biraz kirli”)

 

*

 

Edebiyat kelimesi edepten gelir.

Ama sakın bütün edebiyatçıları çok edepli, çok terbiyeli insanlar sanmayın. Onlar kendilerini değil, kelimeleri terbiye ederler. En edepsiz kelimeler bile, ustasının elinde bir sofuya dönüşür.

Bazen en edepsizleri şairler arasından çıkar.

İşte geçen hafta ölen şair “küçük İskender”, böylesi edepsizlerdendi.

Edepsizliği dillere destandı. Ne kadar edepsiz, ayıp kelime varsa çoğunu topladı, onlardan büyük bir edebiyat yarattı. Edepsiz kelimeler, yaygın inanışın aksine lanetli değildir, onlardan muhteşem şiirler de yapılabilir, bize bunu gösterdi.

 

*

 

(“aşkı dövmek lazım

kalbe terbiyesizlik ettiğinde”)

 

*

 

Şairler bozguncudur.

Bozgunculuğa isminden başlamıştı “küçük İskender.”

 

*

 

(“Nehirlere karışan zehirli atıklar gibi

ağır ağır akarak kanıma karışmakta

yokluğun”)

 

*

 

Şair, ömründen yer derler. Çoğu edepsiz olan o kelimelerden yarattığı şiiri ömrünü kısalttı. Günümüz için çok erken sayılacak bir yaşta bize güzel şiirler bırakarak hepimizin günün birinde gideceği yere gitti.

Allah rahmet eylesin, nur eksilmesin kabrinden!

 

*

 

(“bir martıyı ağlattın işte

bir çocuk garanti intihar eder artık”)

 

*

 

Ülkü Tamer’in vefatından sonra İkinci Yenicilerden bir tek Sezai Karakoç kaldı baba şairlerden. Ama ne yazık ki Sezai Bey, çoktan şiir yazmayı bırakıp bizi bir partiye davet etti. Şaire laf etmek ne haddimize, ama yüz sene sonra hiç kimse şairin kurduğu partiyi hatırlamayacak, mahşere “Hızırla Kırk Saat” kalacak.

Bütün o büyük şairler bizi bırakıp gidince de, onların bir araya gelmesi gibi gruplar oluşmadı bir daha Türkiye şiirinde.

 

*

 

 (“ben mi iyileşmeyen yarayım

herkes mi keskin bıçak?”)

 

*

 

80’li yıllara, küçük İskender ve benzeri şairler gelinceye kadar şiirin omuzuna gereğinden fazla ağır bir yük yüklenmişti. Ütopyaların aracısı sayıldıydı şair. Dile getirilmesinde güçlük çekilen, zalimin yüzüne haykırmaktan imtina edilen, devrimin silahı görülen, başkaldırıyı özendiren bütün sözler şairlere söyletilmeye çalışıldı.

Oysa şairler kırılgan, narin insanlardır. Bir o kadar da velut... Kendi aşklarına, kendi yaralarına söyledikleri her sözü başkası kendi yarasına söylenmiş sandı. Onların şahsi aşklarını, gündüz düşlerini, başkaları devrim, ihtilal düşleri olarak okudu. Misal “Leylim Leylim”ı birileri koca bir ülke zannederken, şair hamaylının içinde cılk yarasını saklar gibi sakladığı bir umarsızın adını haykırıyordu oysa bize.

 

*

 

(“insan telefon defterlerini temize çekerken

bazı isimleri eski defterinde bırakır”)

 

*

 küçük İskender

küçük İskender, bireysel dertlerini anlatmanın artık ayıp sayılmadığı bir dönemde girdi şiir evrenimize. Neden toplumsal dertleri dillendirmiyorsun, neden “aydınlanma mücadelesine katılmıyorsun” diye azarlanacak bir dönem değildi onun şiire başladığı dönem çok şükür. Nispeten özgür bir arenaya çıkmıştı şiiri. Şiire daha elverişli bir iklime doğmuştu. Ancak gelin görün ki o da lanetliydi.

Bir eşcinseldi ve eşcinsel olduğunu erken ilan edip rahatlamıştı. (Oysa ne çok yazar, ne çok şair eşcinselliğini gizleyerek gitti bu hayattan. Mor külhani olan neyimizdi be Ece Abi?)

O hemen sırrını ele verdi. Ve aforoz edildi. O yüzden de çok önemsenmedi. O da bu durumu fazla önemsemedi. Israrla, kimliğinde ısrar etti. Direndi. Ve öldükten sonra yazılanları okuyunca arkasından, kazandığı görüldü.

Hepimizin anladığı anlamda politik bir şiir yazmadı. Politikaya kendince bir anlam yükledi. Kendi politikasını oluşturdu. Şiire çerçöpü soktu. Pislik bulaştı steril şiire onunla. Kenar mahalle delikanlılarının, İstanbul sokaklarının, meyhane önlerinin, bekar odalarının, sokak çocuklarının, keşlerin, dışlanmışların şiirini söyledi.

Genel geçer muhalif bir şair değildi. Kendi muhalefetini kendisi örgütlemişti. Bu işe isminden başlamıştı. Derman İskender Över olan ismini, (“k”si de küçük) “küçük İskender” yaparak işe başlamıştı. Hatta ismindeki “küçük”ün ilk iki harfini atanlara da kızmıyordu.

Doksanlı yıllarda parladı ama o yıllardaki hiçbir muhalif aktivitenin içinde yer almadı. Hiçbir bildiride adına rastlanmadı mesela.

Şairin omuzlarına yüklenen o ağır yükü alıp bir yerlere fırlattı.

Bazı şairler gibi yılgın, gevşek, yorgun demokratlara umut verip, o umuda kendisi zerre kadar inanmayıp bir meyhaneye çöreklenerek meşhur olmanın keyfini sürmedi.

Ölümüne sevdiği Kafka’nın, “Evet umut var, çok umut var. Ama bizim için değil” sözünü, “de gülüm! de ki: bitmiştir umut, bitmiştir”e dönüştürdü. Sait Faik’i, “hişt hiştin” peşinden koştuğu için, Tanpınar’ı yalnızlığın senfonisini yazdığı için, Nazım’ı hayata hasreti katık ettiği için, Edip Cansever’i bir mendilin neden kanadığını bildiği için kendine yakın buldu, sevdi.

 

*

 

(“Senden sonraydı

havasız kalmış bir orman gibi

ağlamaklıydı kainat”)

 

 

*

 

Son yıllarda görüşmesek de soluğunu hep omuz başımda hissettiğim canım arkadaşım Met-Üst götürmüştü beni oraya. Aynı evde yaşadığımız Beşiktaş’ta, Serencebey’de Çello adında bir kafeye. 80’li yılların sonlarıydı. Kafenin girişinde bir pano vardı, o panoda, tıp fakültesinde okuyan küçük İskender diye bir şairin şiirleri asılıyordu her gün. Kendisi de kafenin içinde bir masada otururdu. Etrafında geçler vardı. Yüksek sesle onlara şiirlerini okuyordu.

Nedendir bilmem,  gidip tanışmadım.

Sonra hiç yolumuz kesişmedi. Bir kez kesişecek gibi oldu ama o da olmadı. 90’lı yıllarda birlikte Diyarbekir’de bir imza gününü davet edilmiştik. Kitaplarımız aynı yayınevinden çıkıyordu. Havaalanında buluşacaktık Gani Müjde, Met-Üst ve onunla. Biz üçümüz buluştuk, o gelmedi. Diyarbekir’e varınca öğrendik, meğerse uyuya kalmış, uçağı kaçırmış. Diyarbekir’de imza gününde kitaplarımızı imzaladığımız masaya, pala bıyıklı, elinde tespih, Diyarbekir işi iskarpinin topuklarına basmış, ayağında şalvar bir herif yaklaştı bize, bıyıklarını burarak yekten sordu:

“küçük İskender nerede?”

Üçümüz de birbirimize baktık. Demek küçük İskender’in bir şair olarak namı buraya kadar yürümüştü? Ne güzel bir şeydi, böyle bir şehirde, böylesi bir okurunun olması!

Ben cevap verdim:

“O gelemedi, bir işi çıktı.”

Adam büyük bir hayal kırıklığıyla taze boyadığı bıyıklarını burdu ve o tatlı Diyarbekir ağzıyla:

“Tüh” dedi. “Keşke geleydi, bir xoş geldın, sefalar getirdin benim babam, küçük İskender diyeydim” dedi.

Üçümüzün yüzünde aynı ifade, birbirimize bakıp kahkahayı bastık.

O gün bugün bu hikayeyi yeri geldikçe anlatıyorum.

Rahmetliyle hiç karşılaşmadım. O pala bıyıklının onu niye beklediğini o çok iyi bilirdi, eminim anlatsaydım çok hoşuna giderdi.

 

*

 

(“Sigarayı bıraksam diyorum

tamamen sana başlasam

sen daha çabuk bitirirsin işimi

böyle çok yavaş ölüyorum.”)

 

 

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp