Top
Mehmet Açar

Mehmet Açar

macar@htgazete.com.tr

16/09/2020

Sosyal medyaya bakışınızı değiştirecek film

9 Eylül’den bu yana Netflix’te yayınlanan ‘The Social Dilemma’, seyredilmesi ve üstüne düşünülmesi gereken bir belgesel… Daha önemlisi, finaldeki çağrıya kulak vermek gerekiyor. Aksi halde, tüm dünyanın bedelini ödeyeceği sonuçlarla yüzleşeceğimiz günler bekliyor bizi…

Belgeseli seyrettikten sonra ‘Çok abartmışlar’ diyecek birileri çıkar mutlaka… Hatta filmin bir bölümünde ele alınan ‘sosyal medya komplo teorileri’nden biriyle ‘The Social Dilemma’ya karşı cephe açılması bile muhtemel…

İşte bu nedenle, yazıya sosyal medyanın yararlarıyla başlamaktan yanayım. Çünkü sosyal medyanın başta özgürlük ve sivil haklar mücadelesi olmak üzere hayatımıza birçok katkısı olabileceğine inanıyorum. Sosyal medya adaletsizliklere, haksızlıklara karşı çıkabileceğimiz; güçlülere karşı ezilenlerin sesini duyurabileceği toplumsal bir platform olabilir.

Seyrettiğimiz filmleri, tiyatro oyunlarını; okuduğumuz kitapları; sevdiğimiz şarkıları, müzikleri ve kültür sanat etkinliklerini paylaştığımız bir mecra oldukça daha da anlam kazanabilir. Düzenli görüşemediğimiz, uzak kaldığımız yakınlarımız ve arkadaşlarımızla haberleşmek, temas kurmak için de sosyal medyanın yararlı bir ‘araç’ olduğu kesin. Sevdiklerimizin doğum gününü kutlamak, yakınlarını kaybedenlere başsağlığı dilemenin nesi kötü olabilir ki?

Sosyal medya hesaplarını kârlı bir işe dönüştüren kullanıcılara da itirazım yok. Kaldı ki, ‘The Social Dilemma’ sosyal medyayla kurduğumuz kişisel ilişkilerimizi gözden geçirmemizden veya ‘kullanıcı ahlakı’ndan ziyade, sosyal medyanın bizimle kurduğu ilişkiler ve dünyayı tehlikeli yönde değiştirme potansiyeli üzerinde düşünmemizi istiyor.

Bisiklet, otomobil gibi bıraktığımız yerde bizi sessizce bekleyen bir ‘araç’ değil sosyal medya… Tam aksine, sahip olduğumuz akıllı telefonlar ve bilgisayarlar üzerinden bize sürekli ulaşmaya çalışıyor. Sosyal medyanın ‘karanlık’ yanı tam da burada başlıyor. ‘Bildirimler’i kapatmayanlar, 24 saat boyunca kullandıkları ekranlar üzerinden sosyal medyaya ve onun yönlendirmelerine bağlılar. Ayrıca, e-posta hesaplarımız üzerinden sürekli bize ulaşmaya, bizi kendine çekmeye çalışıyor. Ve sonra ilk tıkla birlikte ‘yönlendirmeler’le dolu bir dünyaya adım atıyoruz. Bir haber sitesine girdiğimizde herkesle birlikte aynı içeriğe ulaşıyoruz. Sosyal medyada ise algoritmaların bize özel hazırladığı bir ekrana… Bizi yıllardır sosyal medya ve internette takip eden, verilerimizi kaydeden algoritma, ne görmemize karar verirse o çıkıyor karşımıza. Algoritmanın tek hedefi, bizi orada daha uzun tutmak ve dikkatimizi çekmek için elinden geleni yapmak…

Satın aldığımız, kullandığımız birçok cihaz ve araç bizim üstümüzden para kazanmaz. Onları kullanmamızı beklerler. Oysa sosyal medya bizim üzerimizden para kazanan bir ‘araç’. Biz onu kullandığımızı zannederken o bizi kullanıyor. Verilerimizi alıyor, işliyor, kullanıyor ve bizi öncelikle bir tüketici olarak görüyor. Kapitalizmin doğası gereği bütün sosyal medya şirketlerinin hedefi aynı: Daha çok para kazanmak…

‘Bunda ne var ki? Birçok medya kuruluşu reklam gelirleriyle ayakta duruyor. Alan memnun veren memnun’ diyebilirsiniz. Ama sosyal medyanın gazete, televizyon ve haber siteleriyle ilgisi yok. Geleneksel medyada editoryal kontrolden geçmiş bir içerik durur karşınızda. Sosyal medyada ise yapay zekânın sizi götürdüğü yerdesiniz…

Çoğu kişi internete sosyal medya üzerinden girip tek bir haber sitesine uğramadan çıkabiliyor ama bu arada, bir sürü ‘haber’ okuyor. Acı olan, sosyal medyada en kısa sürede en geniş kitleye ulaşan haberlerin çoğunun yalan ve uydurma olması…

Film, Silikon Vadisi’nin kuruluştaki ideallerinin, çoğumuzun zihnindeki ‘alternatif özgür medya’ fikrinin, hayatımızı kolaylaştırma vaatlerinin geldiği yeri gösteriyor ve sosyal medyaya ağır suçlamalar getirmekten hiç kaçınmıyor.

‘The Social Dilemma’, her ‘kullanıcı’yı ekran bağımlısı haline getirmek için gösterilen çabaların altını ısrarla çiziyor ve kullanıcıları bağımlı kılmanın ortaya çıkardığı ahlaki sorunları tartışmaya açıyor. Üstelik, tek sorun asosyalleşme ve ekran bağımlılığı değil.

Filmdeki uzmanların belirttiği gibi insanoğlu, sosyal medyanın acımasız ve merhametsiz yanlarıyla yaşamaya henüz alışmamış bir canlı... Olumsuz yorumların veya düşük ‘like’ oranlarının özellikle ergenlik çağındaki gençler üzerindeki etkileri, yıkıcı olmanın ötesine geçmiş durumda… Sosyal medya çağıyla birlikte genç kızların intihar oranlarındaki artış çok çarpıcı…

Film, insanları nefret söylemine yönlendiren siyasi kutuplaşmanın, başta ABD olmak üzere birçok ülkede tırmanışa geçmesinin en önemli nedenlerinden biri olarak gösteriyor sosyal medyayı… Çünkü sosyal medya diyaloğa dayalı bir tartışma ortamını beslemiyor; herkesin ‘kendi tribünlerini daha da coşturmaya’ çalıştığı fanatik bir siyasi iklime temel hazırlıyor. Ezilenlerin haklarını savunmaya çalışanlar, sosyal medya üzerinden ırkçıların, ayrımcıların sayısını azaltamıyor. Tam aksine, ABD’de beyaz üstünlükçüler, Avrupa’da ise aşırı sağ giderek etkinliklerini artırıp daha agresif hale geliyor. Sosyal medya çağına şöyle bir baktığımızda, ezilenlerin değil, ezenlerin daha çok güçlendiğini görmek mümkün. Algoritmalar kullanıcıların uzaklaşmasına karşı çok hassaslar, onları geri getirmek için adeta takla atıyorlar ama ilgi duyduğu içeriklere karşı o kadar hassas değiller. Sözgelimi, ırkçı bir kullanıcıyı orada tutmak için her tür içeriği kullanmaya hazırlar.

Sosyal medyanın ABD seçimleri üzerinde etkisi filmde de konuşuluyor. Belgeseli izlediğinizde kötü niyetli güçlerin eline geçen algoritmalarla, seçim kazanmanın çok daha ötesinde şeyler yapılabileceğini hissediyorsunuz.

Dünyanın düz, pandeminin uydurma, maskelerin zararlı olduğunu iddia edenlerin sayısının artmasının kökeninde de yine sosyal medya var. İfade özgürlüğünü artıracağını, yeni bir çağ kuracağını düşündüğümüz internet ve sosyal medyanın her tür zorbalığı, cehaleti tırmandırması trajik bir sonuç… Ve bütün bunların kökeninde algoritmaların ‘bağımlılığı artırmak’, ‘dikkat çekmek’ ve ‘kullanıcıyı daha uzun süre tutmak’ için tasarlanmış olması yatıyor.

Film boyunca birçok kişi kameraların karşısına geçip, sosyal medyanın tehlikelerini anlatıyor; acil önlem alınmazsa dünyanın daha kötüye gideceğini söylüyor.

Peki, kim bu insanlar? Çocukları ekranlardan korumak isteyen kaygılı ebeveynler mi? Hayatında sosyal medya kullanmamış yaşlı akademisyenler mi? Her şeye muhalif radikaller mi? Dijital detoksu savunan teknoloji düşmanı çevreciler mi?

Yanıt, kesinlikle hayır. Görüş bildirenlerin çoğu, sosyal medyayı kurmuş ve yönetmiş orta yaş kuşağından isimler… El birliğiyle, farkında olmadan bir canavar yarattıklarını, durumun her geçen gün daha kötüye gittiğini ve sosyal medyanın acil olarak yeni düzenlemelere gereksinim duyduğunu söylüyorlar. Onlara kulak vermemek bence pek akıl kârı değil…

‘The Social Dilemma’ yapısı gereği söyleşilere odaklanan bir belgesel. Sosyal medyanın bugünlere gelmesinde çok önemli roller oynamış insanlar öyle çarpıcı açıklamalar yapıyorlar ki tüm filmi nefes nefese izliyorsunuz. Yönetmen Jeff Orlowski, popüler kültürde algoritma olarak bilinen yapay zekâların çalışma biçimlerini anlatmak için bilimkurgu komedilerini andıran canlandırmalar yapıyor; animasyon ve özel efektlere başvurmaktan kaçınmıyor. Çekirdek aileye ve ergenlere verdiği zararı da yine canlandırma sahnelere başvurarak anlatıyor. Tüm bunlar, fazlasıyla hafif, yer yer şematik, didaktik ve abartılı bir sinema diline vesile oluyor. Özetle, belgesel estetiği açısından olağanüstü bir yanı yok. Ama odaklandığı meselesini o kadar iyi ve kapsamlı anlatıyor ki sinema dilinin sıradanlığını affettiriyor.

Dünya prömiyerini 2020 Sundance Film Festivali’nde yapan, Jeff Orlowski, Davis Coombe ve Vickie Curtis’in yazdığı ‘The Social Dilemma’ kışkırtıcı olmaktan çekinmeyen, öfkeli bir belgesel. Teknoloji şirketlerine ‘Tüm bu iddialara yanıt verin ve kendinizi savunun’ demeye getiren agresif bir tavrı var. O yüzden nerdeyse bir solukta seyrediliyor.

7/10

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp