Top
Mehmet Açar

Mehmet Açar

macar@htgazete.com.tr

11/09/2020

Bulmaca gibi film

(UYARI: Yazı, filmin öyküsündeki gelişmeleri ele veren yorumlar içerir.)

Charlie Kaufman, ‘Being John Malkovich’, ‘Eternal Sunshine of the Spotless Mind’ ve ‘Anomalisa’ başta olmak üzere yazdığı özgün senaryolarla son 20 yılın Amerikan sinemasında kalıcı izler bırakmış bir isim… Dikkat çekici yanlarından biri, yaptığı roman uyarlamalarından çekilen filmleri kendi tarzının parçası haline getirmesi… ‘Her Şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum’ da (I’m Thinking of Ending Things) her şeyiyle bir Charlie Kaufman filmi…

Oysa Iain Reid’in romanını okurken, Kaufman yönetmen ya da senaryo yazarı olarak aklıma gelen isimlerden biri değildi. O romandan en iyi ihtimalle David Lynch tarzı sürpriz sonlu, bulmacayı andıran bir gerilim çıkar, diye düşünmüştüm.

Kaufman ise gerilimin ötesine geçiyor. Reid’in metnini eğip bükerek, orasını burasını kurcalayıp yeni parçalar ekleyerek, tuhaf ve şaşırtıcı bir filme imza atıyor.

Kaufman’ın uyarlamasında filmin kaderini, çıkarılan bölümlerden ziyade ‘eklenen bölümler’ değiştiriyor. Kaufman, metni yorumlamanın ötesinde entelektüel derinlik katıyor…

Iain Reid’in romanından aklımda kalan, karlı bir kış gecesinde boş lise binasında geçen bölümler... Anlatıcı genç kadın ve sevgilisi Jake’in gecenin ıssızlığında otomobille lisenin önüne gelmesiyle roman adeta başka boyuta geçer. Lisenin yaşlı hademesiyle iki karakter arasındaki gizemli bağ, gerilimi başka bir düzeye taşır.

Kaufman’ın filmi ise en başından itibaren yadırgatıcı bir yolculuğu andırıyor. Gerilim belirli ölçülerde hep var ama filmin hedefi, seyirciyi germek değil, farklı bir deneyim yaşatmak…

Kaufman ‘Her Şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum’a, Fransız Yeni Dalga filmlerini hatırlatan, fazlasıyla edebi bir havada başlıyor. Uzun süredir ‘her şeyi bitirmek istediğini’ söyleyen ‘anlatıcı genç kadını’ dinlerken kameranın dolaştığı insansız mekânları izliyoruz. Bunlar, filmin ilerleyen kısımlarında karşımıza çıkacak, anlatıcının henüz görmediği mekânlar… Filmdeki zaman akışının lineer olmadığını en baştan sezdiren bir sahne bu aslında…

Ayrıca, filmin geri kalanıyla ilgili iki kritik ipucu daha var. İlki, Jake’in ‘düşüncelerin gerçekliğe bazen eylemlerden daha yakın olduğunu’ söylemesi -ki genel kanı bunun aksi yönündedir. İkincisi ise anlatıcının zihninde beliren fikirlerin kendine ait olduğundan şüphe etmesi… Her ikisi de filmin çözüm anahtarı gibi… Tabi, ihtiyaç duyulursa… Çünkü Kaufman, açılıştan hemen sonra gelen, sevgilisi ve Jake’in otomobilde geçen o uzun konuşma sahnesini biraz da seyircinin sabrını test etmek için çekmiş sanki... Kaufman’ın, o sahnenin sonunda hâlâ filmi seyretmeye devam edenlerle ilerlemek istediği belli.

‘Her Şeyi Bitirmek İstiyorum’, ilk bakışta çok entelektüel bir film gibi görünüyor ama bence duyguların en az fikirler kadar önemli olduğu bir film… Daha önemlisi, seyircisiyle duygusal bağ kurmak istiyor.

Kaufman’ın filmde kafa yorduğu meselelerden biri, seyrettiğimiz filmlerin, müzikallerin, özdeşleştiğimiz hayali karakterlerin, medyada sürekli karşımıza çıkan insanların, okuduğumuz metinlerin, sevdiğimiz şiir ve resimlerin, dışardan gelen ‘hazır fikirlerin’ zihnimiz üzerindeki etkileri… Karakterler şiirler okuyor; edebiyat, sinema, resim sanatı üzerine konuşuyor; Freud ve Tolstoy’un fikirlerini tartışıyor ve bazen de Amerikalı ünlü eleştirmen Pauline Kael’den alıntılar yapabiliyorlar. Özetle, karakterler, Fransız Yeni Dalga filmlerinde olduğu gibi her konuda konuşabiliyorlar. Bazen koyunların varoluşunu sorguluyor bazen manzara resimlerinde insan figürleri olup olmaması gerektiğini sorguluyorlar. 1973’e kadar eşcinselliğin bir hastalık olarak görülmesinden tutun, bütün psikiyatrik sorunların anneye bağlanmasına kadar uzanıyor bu konuşmalar…

‘Her Şeyi Bitirmek İstiyorum’ yer yer edebiyattaki bilinç akışı tekniğini akla getiriyor… Karakterlerin konuştuğu her şey ve ‘Oklahoma’ müzikali dahil yapılan bütün göndermeler, filmin sonunda ortaya çıkan bulmacayı çözmek için bize sunulan ipuçları… Tün bunların yanında, hikâye akışı önemsiz kalıyor.

Öne çıkan yan temalardan bir diğeri, yaşlanma korkusu ve yaşlıların toplumdaki yeri… Jake’in ailesinin evinde geçen ve absürd komediyle korku filmi klişeleri arasında gidip gelen sahneler, asosyal bireyin asosyal ebeveynlere mahkûm olmasının olumsuz yanlarını akla getiriyor. Yine aynı sahnelerde, Jake’in vefalı bir evlat olarak yaşlı ebeveynlerine yıllarca tek başına baktığı ve lisede dışlanan, akran zorbalığına uğrayan çok yalnız bir öğrenci olduğu ortaya çıkıyor.

‘Her Şeyi Bitirmek İstiyorum’ çok daha derinlerinde, yalnızlık, karşılıksız aşk, sosyal uyumsuzluk, yaşlılık ve intihar düşüncesi üzerine bir film…

Yazar Iain Reid, kitabın yayımlanmasından sonra, romanda olup bitenlerle ilgili olarak kendine ait bir açıklaması olduğunu ama okurların getireceği bütün yorumların doğru ve tutarlı olacağını söylemişti. Kaufman da galiba aynı mantıktan hareket ediyor. Yorumu seyirciye bırakıyor. Kaldı ki, filmdeki bütün tuhaflıkları çözmek ve kesin doğrulukta bir analiz yapmak kolay görünmüyor. Öte yandan, ‘Çözmeye ne gerek var, film bir bulmaca olarak güzel’ diyenlere de itirazım olmaz. Dolayısıyla, aşağıdaki yorumlara biraz da bu gözle bakmak gerektiğini düşünüyorum.

Anlatıcı genç kadının (Jessie Buckley) film boyunca sayısı sürekli artan uzmanlık alanlarının hiçbiri tesadüf değil. Kuantum fiziği okuması, filmdeki zaman kavramını sorgulamamıza neden olabilecek ipuçlarından sadece biri… Anlatıcı, Jake’in (Jesse Plemons) evinde yaşananları daha sonra ‘Ben duruyordum zaman üstümden akıyordu’ gibi bir cümleyle açıklıyor.

Filmin ilk bakışta lineer bir akışı var gibi görünüyor… Jake, öykü boyunca defalarca farklı isimlerle hitap ettiği ve filmin ‘anlatıcısı gibi görünen’ sevgilisini karlı bir akşam üzeri ailesinin çiftlik evine götürüyor. İlerleyen saatlerde oradan çıkıp ıssızlığın ortasındaki tuhaf bir dondurmacıya ve ardından da lise binasına gidiyorlar. Ama bu arada, filmdeki bitmek tükenmeyen bilmeyen bütün o tuhaflıkları, lineer akışı bozan tutarsızlıkları unutmamak gerek.

Lineer akış aslında bir yanılsamadan ibaret. Hikâyeyi hayal eden zihin, bir öykü kurmaya çalışıyor ama bilinç ve bilinçdışındaki sorunlar sürekli olarak bu akışı kesintiye uğratıyor.

Nasıl mı? Özelikle aile yemeği sahnesinden itibaren filmdeki birçok sahnenin gerçekten yaşanıyor olduğuna inanmak ve filmin anlatıcısına güvenmek giderek zorlaşıyor. Jake’in aile evinde fantastik filmleri aratmayan hayal rüya karışımı bir sürü olay oluyor... Tatlıcı sahnesinin tümüyle hayal ürünü olduğunu tahmin etmek zor değil. En gerçekçi gibi görünen otomobil yolculuğu sahneleri de gerçek dışı bir hal alıyor.

İşin aslı, anlatının tümüyle kontrolden çıktığı, mantık akışının dağıldığı lise sahnesine gelmeden çok önce, filmde olup biten her şeyin bir karakterin zihninde geçtiğini hissediyoruz. Buradaki asıl soru, hangi karakterin zihninde olduğumuz…

İlk akla gelen, önce filmin anlatıcısı olarak sesini duyduğumuz sonra kendisini gördüğümüz genç kadın, hiç kuşkusuz… Hatta aile yemeği sahnesinde filmin onun zihninin içinde geçtiği fikri ağırlık kazanıyor ama yazdığı şiirin ve yaptığını iddia ettiği resimlerin başkalarına ait olduğunu anladığı sahneler, filmin kırılma noktaları… Otomobilde okuduğu şiir, Jake’in odasındaki bir kitabın içinde çıkıyor karşısına. Yaptığını iddia ettiği resimlerin de Jake’in çok sevdiği bir ressama ait olduğunu keşfediyor. Ve en önemlisi, lisedeki hademeye (Guy Boyd), Jake’i hiç hatırlamadığını, hayatında bir kez gördüğünü söylüyor ve finalde yaşlı Jake’in şovunun seyircilerinden biri oluyor.

Aslında en başından itibaren iradesiz bir anlatıcı… Sık sık hiçbir şey hatırlamadığını ve zihnindeki düşüncelerin başkalarına ait olduğundan söz ediyor. Mesleği ve ilgi alanları sürekli değişiyor. Jake’in anlattığı farklı tanışma öyküsünde bir garson mesela… Filmin başında söz ettiği, Jake’ten ayrılmak istemesiyle ilgili hikâyenin gerçekliğine güvenmek giderek zorlaşıyor. Her şeye biraz mesafe alıp düşündüğümüzde, filmin en başından beri Jake’in zihninde geçtiğini kabul etmek mümkün. Jake seyrettiğimiz her şeyin yazarı, genç kadın ise onun yarattığı bir karakter gibi...

Peki, kim bu anlatıcı kız? Jake’in hayatında belki bir iki kez gördüğü ve beğendiği bir yabancı olduğunu tahmin edebiliriz… Aile yemeğinde anlattığı bardaki tanışma hikâyesi, bir yere kadar doğru… Belli ki, Jake bardaki kızı, hafızasında evirip çevirerek kurduğu hikayedeki hayali bir kişiliğe, hayat boyu aradığı ama bulamadığı o mükemmel sevgiliye; resim, şiir, fizik gibi kendi ilgi alanlarına sahip bir ruh ikizine dönüştürüyor.

‘Anlatıcı sevgili’nin bodrum katına inmesiyle hayali bir karakter olduğu biraz daha netleşiyor. Trajik ve ironik olan, Jake’in hayal ürünü olmasına karşılık Jake’ten ayrılmayı düşünmesi… Jake, kendi zihninde dahi mutlu öyküler hayal edemeyen biri…

İşte tam da burada, Jake ile sevgilisinin hikâyesinin arasına giren sahnelerde sürekli karşımıza çıkan lisedeki yaşlı hademenin filmdeki varlığını ve kimliğini sorgulayabiliriz. Onu filmin hemen başında sırtından görüyoruz. Pencereden bakıyor. ‘Cevapsız kalan bir soru’dan söz ediyor sürekli. Anlatıcı genç kadın telefonu açtığında hep aynı şeyi duyuyor.

İlk bakışta filmin anlatısıyla ilgisiz görünüyor. Yerleri siliyor, drama kulübünün müzikal provalarını takip ediyor ve film seyrediyor. Buradaki en önemli ayrıntı, yaşlı hademenin Jake’in sevgilisini götürdüğü aile evinde tek başına yaşaması... Sonra yavaş yavaş hademenin ana öyküyle olan bağları ortaya çıkıyor.

Jake, onun okulda provalarını seyrettiği müzikallerden söz ediyor mesela… Ayrıca, dondurmacıda çalışan 3 kişi, hademenin okulda sürekli gördüğü kızlar… Seyrettiği aşk filminin kız karakteri de Jake ile sevgilisinin hikâyesine dahil oluyor ve bir sahnede anlatıcının yerine geçiyor.

Hademe, filmin en gerçekçi karakteri... Kaufman’ın onun sahnelerini filmin geri kalanından daha realist bir üslupta çektiğini görüyoruz. Ayrıca film boyunca Jake ve hademe arasında birçok bağ kuruyor. Liseye gittikleri sahnede Jake ortadan kayboluyor ve hademe geliyor. Özellikle terlik ayrıntısı, hademenin Jake’in yaşlı hali olduğu fikrini güçlendiriyor.

Çok zeki, duyarlı ve entelektüel bir genç olan Jake’in asosyal kişilik bozuklukları ve ailevi sorunlar nedeniyle toplumsal hayatta tutunamadığını, hiç sevgilisi olmadığını, mezun olduğu lisede hademe olarak çalıştığını ve intihar takıntısına sahip olduğunu varsayarsak bütün hikâye yerli yerine oturuyor… Yaşlılığa yapılan vurgular da hesaba katıldığında olup biten her şeyin en başından beri hademe Jake’in hayalinde geçtiğini düşünmek mümkün. Genç kadının filmin hemen başında Jake’in arabasına binmeden önce kendisini seyreden birine baktığını unutmamak gerek. Otomobilin içinde birkaç kez kameraya bakarken sanki onu görüyor. Özetle hademe Jake, en başından itibaren filmin içinde aslında. Ama aynı ipuçlarından yola çıkarak, yaşlı hademenin de Jake’in hayal gücünden çıktığını, kendi yaşlılığını temsil ettiğini öne sürmek pekâlâ mümkün. Kesin olan, finalde donarak intihar etmeyi seçtiği… O noktada, ‘A Women Under the Influence’ filmi ile intihar etmeyi tercih eden yazar David Foster Wallace üzerine yapılan konuşmalar ve filmin adı anlam kazanıyor. Son olarak, ahırda donan koyunları ve hademeyi başka aleme götüren domuzu unutmayalım.

‘Her Şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum’, görsel olarak özenle tasarlanmış bir film… Görüntü yönetmeni Lukasz Zal, anlatıcının kar yağarken caddede Jake’i beklediği çekimden itibaren, baştan sona birbirinden güzel kadrajlara imza atıyor. Prodüksiyon tasarımının da katkısıyla başta kar çekimleri olmak üzere film boyunca hayali bir dünyada olduğumuzu hissediyoruz. Kaufman ve Zal, dikkatimizi kadrajın merkezinde tutmamıza yardımcı olan 1.33:1 formatını da estetik olarak çok etkili kullanıyorlar. ‘Her Şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum’, sadece hikâyesiyle değil, resimleriyle de akılda kalacak bir film…

Oyunculuk açısından da mükemmele yakın bir iş seyrediyoruz. Jake’te Jesse Plemons oyunculuktaki iddiasını bir kez ortaya koyuyor. ‘Anlatıcı Genç Kadın’da Jessie Buckley’nin filme katkısı azımsanamaz. Jake’in anne babasında Toni Collette ve David Thewlis ise adeta döktürüyor, şov yapıyorlar.

‘Her Şeyi Bitirmek İstiyorum’u Kaufman’ın önceki işleri ‘Being John Malkovich’, ‘Sil Baştan’ ve ‘Anomolisa’ kadar sevdiğimi söyleyemem belki. Kaufman, düz anlatıdan uzak, seyircisini zorlayan sofistike öyküleri seven bir sinemacı. Bu filmde de seyirciden çaba bekliyor. Kendi adıma heyecan verici bir iş olduğunu düşünüyorum… Netflix’te seyretmeniz mümkün.

7/10

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp