Top
Mehmet Açar

Mehmet Açar

macar@htgazete.com.tr

10/11/2019

'Unbelievable': İnanılmaz ama gerçek...

“Unbelievable”, araştırmacı gazetecilik ürünü olan "An Unbelievable Story of Rape" (Bir İnanılmaz Tecavüz Öyküsü) adlı makaleden televizyona uyarlanan 8 bölümlük, Netflix yapımı bir mini dizi… Başladığımız her dizinin sonunu getirmemiz kolay değil ama “Unbelievable”ın ilk 30 dakikasını seyrederken öyle kolay kolay bırakamayacağım bir dizi olduğunu anladım.  İkinci bölüm bittiğinde ise “Unbelievable”ı sonuna kadar seyredeceğimi, hatta üzerine bir şeyler yazmak isteyeceğimi biliyordum…İlk 30 dakikada beni çarpan sadece Marie Adler’in hikâyesi değildi… Hikâyeyi ele alış biçimi ve yaklaşımdı…Marie (Kaitlyn Dever), yaşadığı tecavüzün ardından, evinde polisi beklerken tanıdığımız bir genç kız… Sabaha karşı evinde, tam da uyumak üzereyken başına gelenleri biz de olay yerine gelen polis memuruyla birlikte öğreniyoruz. Marie ifade verirken çok kısa ara planlar eşliğinde, yaşadıklarının hafızasındaki anlık yansımaları geliyor karşımıza. Tümüyle onun bakış açısından çekilmiş anlar bunlar… Olay anının travmatik etkisini, yaşadığı duygusal sarsıntıyı hissediyor ve Marie’nin her şeye rağmen düzgün cümlelerle ifade verebilmesine şaşırıyoruz… Ama bizi asıl şaşırtan, olay yerine gelen erkek detektifin “Her şeyi bir kez de bana anlat!” demesi oluyor. Hem de Marie'nin diğer polise ayrıntılı bir ifade vermesinin üzerinden bir dakika bile geçmeden...

Erkek duyarsızlığından öte bariz bir acımasızlık seziyoruz bütün o sorgu sürecinde… Marie’nin büyük şok yaşamış, acil psikolojik desteğe ihtiyacı olan ailesiz ve yalnız bir genç kız olduğunu düşünen pek yok. Üstelik, yardıma, moral desteğe gereksinim duyan gençlerin kaldığı bir binada yaşıyor. Aynı binada kalan arkadaşlar, onu gözetmekle yükümlü sorumlu insanlar, hatta farklı dönemlerde birlikte yaşadığı bakıcı anneler var… Ama hiçbiri polisin karşısına geçip “Kızı biraz kendi haline bırakın” demiyor, diyemiyor. Tam aksine, içlerinden biri polisi çağırıp “Marie biraz dengesizdir ona göre davranın” diyor... Kimse ona gerçek anlamda anne babalık, kardeşlik ya da arkadaşlık yapamıyor. Polisin amacı suçluyu yakalamak. Diğerleri de kuşkusuz Marie’ye yardım etmek istiyorlar. Ama ilk bölümün sonunda Marie’nin arkadaşlar, gözetmenler, bakıcı anneler ve polislerden oluşan sözde bir “koruma çemberi” içinde tek başına kalmış savunmasız bir genç kız olduğu net şekilde ortaya çıkıyor.Bütün bu süreçte, iki erkek detektif, günler boyunca Marie’ye defalarca olay gecesini anlattırıyorlar… Onlar sadece işlerini yaptıklarını düşünüyorlar ama Marie’nin yaşadığı şokun ağırlığını içimizde duyumsadığımız için yaklaşımları zalimce geliyor bize…Bir süre sonra zalimlik daha da artıyor… Çünkü erkek dedektifler, olayın hiç gerçekleşmediğine inandırıyorlar kendilerini. Tecavüzcü erkeğin geride hiç iz bırakmayan bir suçlu olduğunu kabullenmek ve farklı bakış açıları geliştirmek yerine dosyayı bir an önce kapatmak için Marie’yi köşeye sıkıştırmaya başlıyorlar…Ondan sonrası sadece Marie için değil, bizim için de asap bozucu bir sürece dönüşüyor… Asılsız ihbarda bulunmakla suçlanan Marie giderek daha da yalnızlaşıyor ve dışlanıyor… En az tecavüz kadar ağır bir süreç başlıyor. Tek başına yaşam mücadelesi veren bütün genç kızlar gibi önyargıların ve hoşgörüsüzlüğün kurbanı oluyor. İkinci bölümün sonunda “Unbelievable”ı hiç bırakmadan sonuna kadar seyredeceğimi anlamamın nedeni ise Detektif Karen Duvall (Merritt Wever) ve Dedektif Grace Rasmussen (Toni Collette) karakterlerinin diziye dahil olmalarıydı hiç kuşkusuz…

Bir yanda Marie’nin hikâyesini seyrediyoruz. Diğer yanda ise Duvall ve Rasmussen’in seri tecavüzcüyü yakalamak için gösterdikleri çabaları... 8. bölümde ise iki öykü birleşiyor... İkinci bölümde, iki kadın polisi tanımamızla birlikte tecavüz mağdurlarına nasıl davranılacağını görmüyoruz sadece… Gerçek dedektifliğin nasıl bir şey olması gerektiğini de anlıyoruz…   Sadece alt metinleri değil, her şeyiyle feminist bir polisiye olarak bakılabilir diziye… Öyle ki, ikinci bölümün ilk anlarından itibaren tecavüz vakalarına sadece kadın polislerin bakması gerektiğini dahi düşünmeniz mümkün.… Kendi adıma ben artık öyle düşünüyorum. İlle erkek polisler bakacaksa da sorguya mutlaka bir psikoterapistle girmeleri gerekiyor; çünkü mağdurun psikolojisine çok uzaklar... Kaldı ki, 8 bölüm boyunca erkek polislerin tecavüz suçlarına karşı duyarsız, ilgisiz olduğu defalarca vurgulanıyor. Daha da kötüsü, ülke genelindeki erkek polislerin seri tecavüzcüye yaptıkları dolaylı ve dolaysız bazı katkılara da tanık oluyoruz.Tam da dizinin adı gibi “inanılmaz” olaylar bunlar... Marie'nin başına gelenler zaten inanılmaz... Duvall ve Rasmussen'in olayı çözme yöntemleri de öyle...  Gerçek bir vakayı ele alması ve tüm bunları gündeme getirmesi itibarıyla “Unbelievable” kuşkusuz sosyal anlamda önemli bir dizi... Ama öte yandan, gerçekçi ve sağlam bir polisiye olduğunu da söylemem gerek...“Unbelievable”, olayların hızla gelişip çözüme bağlandığı standart Amerikan polisiye dizilerinden değil. Onlardan en belirgin farkı, gerçeklere bağlılığın getirdiği sadelik...İki dedektif Duvall ve Rasmussen, erkek dedektiflerin aksine mağdurlara karşı kendilerini sorumlu hissediyor, gecelerini gündüzlerini bu işe veriyorlar... Çözüm sürecinde saptıkları yanlış yollar ve yaşadıkları çaresizliklerin yanı sıra katilin zihninin içindekileri anlamak için verdikleri mücadele dikkat çekici...  “Unbelievable”ı diğer polisiyelerden ayıran özelliklerinden biri, Karen Duvall ve Grace Rasmussen'in olayı çözümleme süreçleri... Suçlunun açıklarını bulmak için gösterdikleri çabada sadece zekâ değil, sezgiler de büyük rol oynuyor. Erkek dedektiflerin aksine inat, kararlılık ve sabırla ilerliyorlar... Çok yönlü düşünüyor, detaylara kadar iniyorlar...  Çünkü karşılarında detaycı bir suçlu var.

Karen Duvall ve Grace Rasmussen, tek tek iyi çizilmiş karakterler. Ama aralarındaki ilişkinin gelişimi de önemli... Neredeyse zıt karakterler. Duvall, sakin, güleryüzlü; Rasmussen ise aceleci, refleksif, aksi ve ters…. Duvall inançlı, dindar ve iyimser; Rasmussen inançsız ve karamsar...   İki önemli ortak noktaları var. İlki, mağdurlarla kurdukları ilişkiler... İkisi de mağdurlara karşı anlayışlı, şefkatli ve sevgi dolu yaklaşıyorlar. Erkeklerin aksine sadece tek ifade alıyor ve anlattıkları her şeye inanıyorlar. İkinci ortak özellikleri ise işlerini büyük bir ciddiyet ve adanmışlıkla yapmaları...Marie’nin ve iki dedektifin öyküsü paralel akan iki ayrı film gibi… Marie’nin öyküsü bir noktadan sonra bir tür sosyal taciz ve linç sürecine dönüştüğü için hem duygularımızla gereğinden fazla oynuyor hem de biraz tekrara giriyor... Ama iki dedektifin öyküsü, ilgimizi sürekli ayakta tutuyor... Marie'de Kaitlyn Dever, Karen Duvall'de Merritt Wever ve Rasmussen'de Toni Collette gerçekten çok iyiler. Kreatör olarak Susannah Grant, Michael Chabon ve Ayelet Waldman'ın imza attığı dizinin anlatımını, sakin temposunu ve gösterişsiz görsel konseptini sevdim… Tıpkı iki dedektifin işlerine odaklanması gibi dizinin de sadece meselesini iyi ve doğru şekilde anlatmaya odaklandığını görebiliyorsunuz. Dizinin en çok sevdiğim yanı, erkek mentalitesini erkek karakterleri merkeze almadan eleştirebilmiş olması... Suçlunun karakter analizine derinlemesine girilmemesini de sevdim. Esrarengiz bir suçlu karakteri yaratılmıyor, çocukluğuna ya da geçmişe uzanan bir neden-sonuç ilişkisi aranmıyor… Suçlunun öyküsü, dizinin dramatik yapısında ayrı ve bağımsız bir odak olarak sunulmuyor. Dolayısıyla, suçlunun bakış açısına hiç geçmiyoruz. Onu filmdeki diğer dedektiflerle birlikte, onların gözüyle tanıyoruz... Buna karşılık, tıpkı Marie gibi diğer mağdur kadınların öykülerine ise ayrı bir önem veriliyor... Tecavüz, istismardan uzak şekilde anlatılıyor. Olayın ağır bir travma olarak mağdurlar üzerinde bıraktığı izlere yoğunlaşılıyor.  Özetle, senaryo ve anlatım düzeyinde ahlaki bir yaklaşım ağır basıyor. Dizi, özellikle orta bölümlerinde geciken adaletin tecelli etmesi arzusu üzerinden yakalıyor seyircisini… Tam da bu nedenle, final bölümü uzun ve duygusal bir katharsis törenine dönüşüyor… “True Detective”, “Fargo” ya da “Mindhunter” kadar “alternatif polisiye dizi suları”na girdiğini söyleyemem. Ama “Unbelievable”ın bende iz bırakacağı kesin… Size de gönül rahatlığıyla tavsiye ederim...

 

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp