Top
Mehmet Açar

Mehmet Açar

macar@htgazete.com.tr

08/10/2019

Recep İvedik Türk sinemasını kurtarabilir mi?

2017'de 70 milyon, 2018'de ise 71 milyonu aşkın sinema bileti satıldı Türkiye'de... 2019'da geride bıraktığımız 39 hafta 3 günlük sürede satılan bilet sayısı ise Boxoffice Türkiye sitesindeki verilere göre 36 milyon 480 bin 758... 2018'de aynı süre içinde 46.817.228, 2017'de ise 49.553.198 bilet satılmıştı. Bu çarpıcı ve dramatik düşüşün nedeninin, film yapımcılarıyla salon işletmecileri arasında çıkan “Popcorn Krizi” olduğunu bilmeyen yok... Bu krizin ardından çıkan Yeni Sinema Yasası'nın sorunlara çözüm getirip getirmeyeceğini ise henüz bilmiyoruz. Popcorn Krizi sırasında Şahan Gökbakar, Cem Yılmaz ve Mahsun Kırmızıgül filmlerini gösterime girmeyerek salon işletmecilerini protesto etmişti. Yeni Sinema Yasası'nın ardından ise doğru zamanı beklemeye başladılar... “Karakomik Filmler” 18 Ekim'de, “Recep İvedik 6” ise 8 Kasım 2019'da seyirciyle buluşacak... 

Başta yapımcılar olmak üzere dağıtımcılar ve işletmecilerin bu filmlerden, özellikle “Recep İvedik 6”dan beklentileri yüksek...  “Recep İvedik 5”, 2017'de 7.5 milyona yakın seyirci toplamıştı. Yeni filmin, bu sayıyı daha da yukarılara taşıması halinde yapımcı, dağıtımcı ve işletmeciler derin bir nefes alacak, seyirci krizi sona ermiş olacak... Peki, Recep İvedik Türk sinemasını kurtarabilecek mi?Pek sanmıyorum... Çünkü seyirci sayısının ve hasılat rekorlarının düzeltemeyeceği, Türkiye'ye özgü daha başka sorunlarımız var... Bu sorunları daha iyi görebilmek için Türkiye'deki sinema endüstrisini Hollywood'la karşılaştırmakta fayda var. Türkiye’deki film üretimini, Hollywood’la karşılaştırdığımda gözüme çarpan ilk farklılıklardan biri, Amerikan sinemasının bizde olduğu gibi kabaca ikiye ayrılmaması... Evet, ABD'de de “bağımsız sinema” olarak adlandırılan bir “sanat filmleri dünyası” var kuşkusuz... Gerçi bizdeki gibi ağırlıklı olarak sponsor, devlet, festival fonları ya da çeşitli kamu kuruluşlarının maddi desteğiyle şekillenen bir sinema değil bu; ama gerek filmlerin yapısı gerekse pazarlama, dağıtım açısından birbirlerine benzedikleri söylenebilir. Asıl önemli farklılık, geniş kitleye seslenen süper prodüksiyonlarla sanat sineması arasında orta bütçeli yapımlardan oluşan ve endüstrinin omurgasını oluşturan filmler... Gerçi son yıllarda, Amerikan sinemasının “orta direği”nin ya da “omurgası”nın sarsıldığı, eskisi gibi güçlü olmadığını herkes söylüyor. Ama yine de başta Oscarlı filmler olmak üzere ödül sezonunun en iyi filmlerinin çıktığı bu “orta saha”nın hâlâ yıkılmadığı kesin. Peki, Türkiye’deki sinema ortamında böylesi bir “orta saha” ya da "güçlü bir omurga"dan söz edilebilir mi? Yedi – sekiz yıl öncesine kadar soruya “Eh, şöyle böyle” diye olumlu bir yanıt vermek mümkündü. Gerçekten de 1990'ların ikinci yarısından itibaren nitelikli tür filmleri ya da dramlarla seyirciye ulaşmak isteyen birçok sinemacı çıktı. Kuşkusuz günümüzde de Türkiye koşullarına göre gişeye yönelik olarak orta ya da düşük bütçeli yapımların çekildiğini ve sayısal oran olarak bunların sektördeki üretimin çok büyük bir bölümünü oluşturduğunu biliyorum. Ama bu filmlerin nerdeyse tümü komedi, korku ya da “ağlatan melodram” türünde çekiliyor. Sonuç olarak, bütçeler üzerinden bakarsak görünürde bir “orta saha” var ama Amerikan sineması ya da başka ülke sinemalarının “orta saha”larıyla uzak yakın hiçbir ilgisi yok. Sözgelimi, Amerikan sinemasının  “orta saha”sında nerdeyse bildiğimiz bütün film türleriyle karşılaşabiliriz. Bizdekinde ise komedi, korku ve melodram dışında bir türe rastlamak neredeyse imkânsız. Evet, Türkiye’de nadiren de olsa kara film, polisiye ya da bilimkurgu türünde yapımlar çekiliyor ama bunlar daha çok yönetmenlerin kendi görsel dünyalarını kurmaya çalıştığı, kişisel temalarını ele aldıkları düşük bütçeli filmler...  Seyircilerle ilkin festivallerde buluşuyor ve az sayıda kopya, düşük tanıtım bütçeleri ve eleştirmen desteğiyle ilerliyorlar. Diğer bir deyişle, “sanat ya da festival filmleri” kategorisine giriyorlar. Sözgelimi, “Aşkın Gören Gözlere İhtiyacı Yok” (Onur Ünlü) bir polisiye; “Körfez” (Emre Yeksan) ise distopik bir bilimkurgu ama her ikisi de düşük bütçeli “yönetmen filmleri”... Seyirci sayıları da düşük. Biraz daha geniş bütçeli, 150 kopyanın üstünde gösterime çıkan polisiye ya da aksiyon denemelerine rastlamak artık mümkün değil. Kuşkusuz geçmişte denemeler yapıldı. Tam da sözünü ettiğim türde bir “orta saha filmi” olan “Sis ve Gece” (2007) 59 bin 302 seyircide kaldı ve yapımcılarına hayalkırıklığı yaşattı. Yeri gelmişken,  “orta saha”da oynamak konusunda ısrarlı olan yönetmenlerden Tolga Örnek'i hatırlamakta yarar var. Dönem filmi “Devrim Arabaları” (2008) 187 bin 173; biyografik dram “Kaybedenler Kulübü” (2011) 485 bin 580; polisiye aksiyon “Labirent” (2011) 289 bin 173 seyircide kaldı. Üçünün de en az 500 bin seyirci hedefiyle çekildiğini ve daha da yukarıları hayal ettiklerini düşünürsek, sonuçların yapımcı açısından çok da tatmin edici olmadığı kesin...  Tolga Örnek'in bu sonuçların ardından “Senin Hikâyen” (2013) ve “Sen Benim Herşeyimsin” (2016) ile “orta bütçeli, yüksek gişe beklentili” komedi filmlerine geçtiğini hatırlatalım. Dünya sinemasındaki polisiye, bilimkurgu, biyografi, suç filmi gibi film türlerinin Türkiye'de artık nerdeyse hiç olmaması bir yana, nitelikli edebiyat uyarlamalarına raslamak da zor. Dolayısıyla, Türkiye'de yapılan sinemanın Türk edebiyatıyla doğru dürüst bağı yok. Hollywood’da ise tam tersi... Orada “orta saha”nın çağdaş ya da klasik edebiyatla olan bağı güçlü ve derin. Türkiye'de ise edebiyattan uzak düşmüş bir film sektörü var. Yerli sinemacılar kültürel anlamda en güçlü bağı genelde televizyon starları ve son yıllarda Youtuber'larla kuruyor....

Sözü getirmeye çalıştığım yer açık. “Recep İvedik 6" Türkiye’deki sinema pazarını o eski güzel günlerine kavuştursa dahi, başta ABD olmak üzere gelişmiş Batı ülkeleri ya da Japonya, Çin, Güney Kore gibi Asya ülkelerinin sinemalarıyla karşılaştırdığımızda sağlıklı şekilde gelişen bir sinema endüstrisinden söz etmemiz kesinlikle mümkün değil. Daha da üzücü olan nokta, Türkiye'de düşük bütçeli, nitelikli film yapan sinemacıların sektörün güçlü oyuncuları tarafından ne “orta saha”ya ne de başka bir bölgeye yaklaştırılması...  Başta Amerikan sineması olmak üzere birçok Asya ülkesinde, yüksek bütçeli gişe filmleriyle düşük bütçeli sanat filmleri arasında bizdeki gibi ikiye ayrılmış iki kutuplu bir dünya olduğunu sanmıyorum.Bugün süper kahraman filmleri ya da Star Wars gibi serilerin yönetmenlerinin kim olduğuna bakıp basit bir araştırma yapın. Çoğunun düşük bütçeli filmlerle kendilerini gösterdiklerini ve sonra da yapımcılar tarafından keşfedildiklerini görmeniz mümkün. ABD'de yapımcılar genç yetenekleri sadece festivallerde aramıyor, olumlu eleştiriler alan düşük bütçeli sanat filmlerini de takip ediyorlar. Marvel'ın “Avengers” serisini teslim ettiği Anthony ve Joe Russo kardeşler, ilk filmlerini AFI ve Cannes gibi festivallerde buluşturmuştu seyircilerle... Yeni Star Wars üçlemesinin teslim edildiği Rian Johnson ise düşük bütçeli ilk uzun filmi “Brick”le önce eleştirmenler tarafından keşfedilmişti... Bunlar gibi daha çok hikâye var Hollywood'da...Bizde ise yapımcılar genelde dizi ve reklam filmi yönetmenleriyle ilgileniyorlar. İlk filmleriyle festivallerde dikkat çeken birçok genç yönetmen ise kendi yağıyla kavrulmaya çalışıyor... Sonuç olarak, Türk sinemasının yapısal sorunları ne yasayla ne hasılat rekorlarıyla çözülür... Genç sinemacıların yeni fikirlerine ve sanatsal kaliteye yatırım yapan cesaretli, kararlı yapımcılar çıkmadığı sürece sorunlar daha da büyüyerek devam eder. Biz de bir yanda milyonlarca kişinin seyrettiği kaba komedi ve melodramlar, diğer yanda ise 30 bini geçemeyen “sanat filmleri” arasına sıkışır kalırız...

 

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp