Top
Mehmet Açar

Mehmet Açar

macar@htgazete.com.tr

01/08/2020

Alternatif bir dövüş filmi

‘Savunma Sanatı’ (The Art of Self-Defense) sosyalleşmekte zorlanan, yalnız bir adamın hikâyesi olarak başlar. Casey (Jesse Eisenberg), mesai arkadaşı erkekler tarafından dışlanan, akşam geç saatlere kadar çalışan bekar bir muhasebecidir... Küçük şirin köpeğiyle yaşar. Fransızcasını geliştirmeye çalışır. Filmin ilerleyen bölümlerinde Fransız kültürünü sevdiğini ve aslında en büyük hayalinin Paris’e gitmek olduğunu öğreniriz.

Bir kafede geçen açılış sahnesindeki Fransız çifte ve onların arasındaki konuşmalara, Casey’nin bilinçdışını yansıtan bir çeşit gündüz düşü olarak bakmak mümkün… Casey de o iki Fransız turist gibi çevresindeki dünyaya uyumsuz ve yabancı biri sonuçta. Ama onlar kadar kendine güvenli değil. Bir arayış içinde olduğunu hissediyoruz.

Jesse Eisenberg

Köpeğine mama almak için evden çıktığı gece bütün hayatı değişiyor. Motosikletli çetenin saldırısına uğruyor ve hastanelik oluncaya kadar dövülüyor. Hastaneden çıkınca ne yapacağına karar vermeye çalışıyor. Ya hayatı boyunca korku içinde yaşayacak ya da başının çaresine bakmayı öğrenecektir…

Kendini korumak için önce tabanca almak istiyor ama bürokratik prosedürler nedeniyle beklemek zorunda olduğunu öğreniyor. İşte tam da bu aşamada, tesadüfen karşısına çıkan bir karate salonuna giriyor ve silahın zayıflık olarak görüldüğü, kurallarla dolu bir dünyayla karşılaşıyor.

Buraya kadar her şey bildik dövüş filmi klişelerine uygun gelişse de karate okulunun biraz tuhaf, hatta gizemli bir yer olduğunu hissediyoruz. Casey’nin ilk eğitim tecrübesi de beklentilerimize pek uymuyor. Uzakdoğu dövüş filmlerinden alıştığımız savunma felsefesi ya da spor eğitim disiplinine uygun bir başlangıç değil bu kesinlikle… Her şey Casey’nin deneyimli bir öğrenciden tekme yemesiyle başlıyor. Tekme–yumruk ilişkisi üzerine aldığı bu ilk eğitim ve yediği ‘yumruk gibi tekme’, nedense Casey’yi etkiliyor ve kursa katılmaya karar veriyor. O tekmeyi yediği anda ‘Dövüş Kulübü’nü (Fight Club) hatırlamak mümkün…

Jesse Eisenberg, Alessandro Nivola

Onu etkileyen belki karate hocası Sensei’nin (Alessandro Nivola) karateyle dil arasında kurduğu analoji… Sensei’nin anlattıkları bize biraz garip hatta anlamsız gelse de Casey erkeklerin çoğu gibi, kurallar, disiplin ve hiyerarşiden etkileniyor. Sonuçta, sayıların dünyasında yaşayan bir muhasebeci. Karate gibi çok köklü bir geleneğin, resmi duvarda asılı Büyük Usta’nın kurduğu okulun parçası olmak belli ki onun tam da aradığı şey...

Piyanodan yükselen notalar eşliğinde yavaş çekim olarak izlediğimiz karate eğitimleri sırasında, Casey için artık her şeyin farklı olacağını düşünüyoruz. Karateyle gelen huzur, Casey’yi öylesine sarıp sarmalıyor ki işe dönmeyi bile unutuyor. Sensei’nin onu sarı kuşağa terfi ettirmesiyle birlikte Casey, hayatın anlamını buluyor sanki… Markete gidip her şeyin sarı paketlisini aldığında ergenlik çağındaki bir gençten çok da farklı olmadığını hissediyoruz.

Aslında alışageldiğimiz bir dövüş veya intikam filmindeki olağan aşamalar bunlar… Ama Casey’nin ‘sarı kuşağın’ zorbalık karşısında pek bir işe yaramadığını anlamasıyla birlikte hikâye farklı sulara doğru ilerliyor.

Bütün Uzakdoğu dövüş filmlerinde olduğu gibi beklentimiz, fiziksel gücün ve dövüş becerilerinin ruhsal olgunlaşmayla gelmesi… Ama Casey’ye artık özel bir proje gözüyle bakan Sensei’nin ‘ruhani rehberliği’, beklemediğimiz bir yöne doğru götürüyor filmi…

Senaryoyu da yazan yönetmen Riley Stearns’in hedefini alternatif bir dövüş filmi olarak açıklamak mümkün. Felsefi özünden, orijinal kökenlerinden tümüyle kopmuş bir ‘savunma sanatı’nın şiddet ve zorbalıkla olan bağını deşifre etmeye çalıştığını söyleyebiliriz.

Casey’nin film boyunca bir tür iç aydınlanma yaşadığı kesin… En azından korkuyu nasıl yenmesi ve zorbalığa nasıl karşı durulması gerektiğini öğreniyor. Ama Casey’nin ruhsal serüveni öylesine beklenmedik bir güzergâh üzerinden gelişiyor ki yaşadıklarına ruhsal olgunlaşma demek çok mümkün değil… Şiddet marazi ve karanlık bir hal aldıkça Casey de sütten çıkmış ak kaşık olarak kalamıyor.

Imogen Poots, Jesse Eisenberg

Filmin kalbindeki asıl meselenin erkeklik kültürüyle ilgili olduğunu düşünüyorum. ‘Zorbalık, savunma sanatı ve erkeklik kültürü’ bir paket program olarak geliyor karşımıza. Öyle ki, erkeklik kültürü, dinlediğin müziğe, öğrendiğin yabancı dile, hayatındaki tüm ilişkilere ve kadın düşmanlığına kadar uzanıyor.

Öte yandan, Stearns’ün Uzakdoğu dövüş filmlerinde olduğu gibi ahlaki bir mesaj vermek gibi bir derdi yok. Hatta asıl niyetinin, bu tür ahlaki mesajlarla inceden inceye dalga geçmek olduğunu dahi düşünebiliriz. ‘Kuş sanıldığı için tüfekle öldürülen’ Büyük Usta ve onun hiç kimseye öğretmediği ölümcül ‘alnı delen işaret parmağı’ tekniği gibi detaylar bu ironinin netleştiği noktalar…

Jesse Eisenberg’in oyunculuğunun da katkısıyla ‘Savunma Sanatı’ uzunca bir süre ince mizah duygusuyla seyirciyi sürükleyen bir film. Gerçi sonlara doğru daha karanlık ve trajik hale geliyor ama bence sahici olamıyor. Filmden duyduğum rahatsızlık tam da burada düğümleniyor galiba… Riley Stearns, filmin tonuna bir türlü karar veremiyor sanki… Ciddileştikçe değerinden kaybediyor çünkü ele aldığı meselelerin hakkını tam olarak veremiyor.

Sözgelimi, Imogen Poots’un oynadığı Anna karakterinin yan hikâyesinin filmin bütününde şüphesiz anlamlı bir yeri var ama hakkıyla ele alındığını söylemek zor. Film, Sensei ile Casey’yi bir elmanın iki yarısı gibi göstermeye çalışsa da Sensei son tahlilde derinliksiz bir karakter...

‘Savunma Sanatı’ keşke daha matrak bir film olsaydı. Film bir noktadan sonra öyle bir ağırlaşıyor ki Stearns’in bütün bir ‘savunma sanatı geleneği’ne hatta terimin kendisine karşı çıktığını düşünüyoruz. Ama finalde kahramanların ve filmin nereye vardığını anlamak biraz zor. Yine de Stearns’ün sade anlatımı, Eisenberg, Nivola ve Poots’un oyunculuklarıyla sonuna kadar nereye varacak diye ilgiyle seyrettiğim bir film olduğunu inkâr edemem…

Sonuç olarak, Uzakdoğu savunma sanatı geleneğini öğrenerek ruhen ve fiziksel anlamda ‘güçlü’ olmaya çalışan bir erkeğin hikâyesi olması itibarıyla kayda değer yanlar taşıdığını düşünüyorum.

‘Savunma Sanatı’, dünya prömiyerini 2019 yılında South by Southwest Festivali’nde yaptıktan sonra festival turuna çıktı; ABD, Kanada ve Meksika dışındaki ülkelerde gösterime girmedi. 2014 yılında ‘Faults’ adlı ilk uzun metrajıyla dikkat çeken 1986 doğumlu Riley Stearns’ün ikinci uzun filmini şimdi BeinConnect’de seyredebilirsiniz.

6.5/10

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp