Top
Ali Esad Göksel

Ali Esad Göksel

aliesadgoksel@htgazete.com.tr

18/10/2019

Masumiyete dair

         Bir merakım var.

         Elbette ki yalan...

         Bir merakım yok:

         Çok merakım var!

 

         Ama “biri” var ki.

         Çok çok masum:

         “Masumiyet Hali”

         Masum işler...

 

         Ve “Masum Zamanlar”.

         Sanat bunu sever mi?

         Yoksa nasıl söylesek:

         Derler ya, huylanır mı?

 

         Ya da, daha da kötüsü:

         Darılır küser gider mi?

         Kış uykusu falan: Teneffüs.

         Hem de uzunca, umarsızca...

 

         İşte bunu meraktayım:

         Yaratıcılık ne ile beslenir.

         “Muhalefet, mahrumiyet...”

         Bunlar “sanata can” mıdır?

 

         İtiraf edeyim.

         Biliyor gibiyim.

         İtiraf edeyim.

         Emin değilim...

 

         Ama şu da hatırımda.

         Yirmi yıl öncesi. ”İstanbul”.

         Bugüne kıyasladığımızda...

         Fevkalade “masum” idi!

 

         Nereden mi biliyorum?

         Kendimden, yanı başımdan.

         Başımda kavak yelleri...

         “Aklını başına topla!”

 

         Hiç “kimse” giydirmiyor:

         Bir de şu var tabii ki:

         Zaten bana“ne yazar?”

         Hükümsüz! O kadar!

 

         “Mimari Ofisimiz”:

         Maçka Palas’ta!

         Yarışma çiziliyor:

         Oraya ve buraya...

 

         “Atatürk Kültür Merkezi.”

         “Guggenheim Müzesi...”

         Venedik Biennali Yarışması.

         Eğleniyoruz, öğreniyoruz...

 

         Derken bir bahar zamanı.

         Yanı başımda bir galeri var.

         Arkadaşım Haldun Dostoğlu:

         Bir kahveye uğruyorum.

 

         İçeride bir telaşe.

         Açılacak sergi için.

         “Sanatçı da orada...”

         Ben yaşlarda olmalı.

 

         Ve şu işe bakınız:

         Mimarlık okumuş.

         Gözlerinin içinde:

         Merak durmada!

 

         Sıcak ve sevgi dolu...

         “Canan” ile tanışıyoruz.

         Zaman? Dedim ya:

         “Masum Zamanlar!”

Canan Tolon

         İSTİSMAR / SÖMÜRÜ

 

           Canan Tolon muazzam birisi.

           Neden mi? Sessiz ve sakin...

           Ama masumiyet vakti var ya!

           İşte onu berhava etti bıraktı.

 

           Tam yirmi yıl önce.

           Beni nasıl sarsmıştı.

           Bugün gibi nerede ise:

           Hatırımda durmakta...

 

           O sessiz eserler...

           Duvardan dizi dizi...

           Haykırmakta idiler:

           “İstismar ve Sömürü!”

 

           Bir kere baştan söyleyelim.

           İstanbul Modern’e teşekkür.

           Oya Eczacıbaşı’na ve ekibine.

           Küratör Levent Çalıkoğlu’na...

  'Acil Çıkış'

           Destekleyen Eczacıbaşı’na...

           Bu “tamam sergiye” teşekkür.

           Katalog için bir kez daha...

           Ya sanatçıya: Canan Tolon’a?

 

           Afra tafradan uzak...

           Sadece işine sahip:

           Sanatımız için bir yüz akı...

           Minyon ve dev kadına!

 

           Müteşekkirim...

           TASAVVUR ve HİKAYE

(Sen Söyle/ Canan Tolon / Katalog/ İstanbul Modern 2019 )

EVRİM ALTUĞ: “Fotoğraf” duygusu başlamak istiyorum?

CANAN TOLON: Resimlerime dair açıklık getirilmesi gereken önemli bir konu varsa o da herhangi bir mekanik veya fotografik teknik kullanmıyor olmam. Kolaj veya baskıya, ya da başka kopyalama, yansıtma ve görüntüleme yollarına başvurmuyorum. Resimler fotografik algılanıyorsa ve (geçmiş veya güncel olaylara dair) ödünç imgeler barındırdıkları sanılıyorsa bu onları algılama şeklinden kaynaklanıyor tamamen. Biz insanlar, tıpkı bir bulmacanın ipucunu arar gibi, kaos içinde tanıdık bir şeyler bulma dürtüsüyle hareket ediyoruz. Göz derhal tuvalin yüzeyinde bir arayışa koyuluyor ve tanıdık bir şeyler buluncaya dek durmuyor. Öyle bir şeye rastladığında da bir tasavvur ya da imge inşa etmeye başlıyor. Zihinde bir hikaye beliriveriyor. Bu kaçınılmaz bir seyir ve kontrol etmesi imkânsız bir dürtü. Herkesin deneyimi, serbest çağrışıma ve onu belirleyen kişisel referanslara bağlı olarak değişiklik gösteriyor. Resmin yüzeyine yaklaştıkça, göndermeler taşıyan kimi muğlak görüntüler beliriverebiliyor. Oysa rastgele boya birikintileri, lekeleri ve izleri görmeye başladığınızda, öncesinde çok net bir şekilde gördüğünüzü sandığınız imge de çözülüp dağılmaya başlıyor. Keskin ve bulanık şekilleri bir araya getiren bir teknik kullanmam, fotoğraftaki alan derinliğine uzak sayılmayan bir görsel gelgit yaratıyor. Resimler, karanlığın içinden ışık yayma şekilleri bakımından fotografik; fotografik gerçeklik hissini tetikleyen de bu. Onlar her ne kadar soyut ve anlatıdan uzak olsalar da, izleyici zihinsel ve görsel olarak kendi kattıklarını görebiliyor orada.Görselliğin gitgide öne çıktığı bir dünyada sürekli harita, işaret, simge, reklam, belgesel veya fotoğraflara maruz kalmamız gönderme beklentimizi artırıyor. Fotografik teknik “boyanın sonunu” getirdiyse, aynı zamanda izleyicinin her tür tasvir içinde anlatı arayışını da şiddetlendirdi. Örneğin kavramsal sanat insanların anlatı beklentisinden istifade ediyor. Sanat algısı zamanla farklılaştığından sanatçılardan beklenen de değişiyor.

Canan Tolon atölyesinde...

 

MÜELLİF KİM Kİ?

E.A.: Serginin ismi “Sen Söyle”yi  duyduğumda aklıma Marcel Duchamp geldi:“Sanat eserini, ona bakan ortaya çıkarır,” ifadesini kullanan biriydi...

C.T.: Sanat yapıtı izleyiciden bağımsız şekilde var olamaz. Vladimir Nabokov, “Kitabınızı yayımladığınızda ve biri onu okuduğunda yapıt artık sizin olmaktan çıkar ve okuyucuya ait olur,” gibi bir şey demişti. O kadar doğru ki. Sanat yapıtındaki bu davete, bilhassa da yaratıcı süreçte izleyicinin rolünün göz önüne alınması çok hoşuma gidiyor. Duchamp’ın yapıtlarındaki bilmece boyutuna varabilmek için izleyicinin tahmin oyunlarına katılması gerekir. O, yapıtlarının adlarını büyük bir dikkatle belirliyordu. Çalışmanın temelindeki fikir yapıtın nihai halinden çok daha önemliydi. Davetkâr, muğlak ve cüretkar söz oyunları da nihayetinde bulmacalar için ipuçları halini alıyor. Kavramsal sanattaki anlatısallık karşısında, şayet bir adları olmasa yapıtlar “kavramsallıktan” çıkar mı diye düşünüyorum. O zaman da soyut addedilirler mi? Bu sergiye “Sen Söyle” adını verirken, sözün yalnızca bende olmadığını belirtiyorum. Aynı zamanda başkalarının sözlerine de kulak verdiğimi vurgulamak istiyorum. Ayrıca, insanların ne isterlerse onu göreceklerinin de farkında olduğum için bunun üzerinde herhangi bir kontrolüm olamaz. Resimlerim ne kadar soyut olursa olsun birileri yine de amaçlananlardan uzak veya onlarla çelişen şeyler görecektir. Bu beni hiç rahatsız etmiyor. Çalışmalarınızı sergilediğinizde, yapıtlarınızdan uzaklaşmaya başlıyorsunuz. Bu ağır bir süreç de olsa bundan kaçmanız mümkün değil.

1980’lerin başında konu olarak insan bedenine ilgi duyuyordum. Genel anlamıyla istismar ve sömürü gibi konuları sorguluyordum. Birkaç yıl içinde, muhtemelen fiziksel durumumla, çocukluktaki bir hastalığın bedensel yansımalarıyla bağ kurulmasından ötürü yapıtlarımın çoğunlukla otoportre gibi algılandıklarını fark ettim. İnsanların ben ve yapıtlarım arasında böyle dolaysız bir kişisel bağ kurması öylesine dikkat dağıtıcıydı ki aynı şekilde çalışmaya devam edemedim. Hikâye anlatımına ne kadar önem verildiğini o zaman iyice fark ettim. Bana ait olmayan, yansıtılan bir hikâye söz konusuydu ve bunu hiç istemedim. Dolayısıyla figüratif çalışmalardan yavaş yavaş uzaklaştım. İlgi alanlarım ve meselelerim aynı kalmakla birlikte, daha az mahrem ve daha geniş bir bağlama taşındılar. Daha büyük resim ve yerleştirmelerde, insan bedeniyle aynı yükleri, yani istismar ve sömürüyü taşıyan manzaralar üzerine çalıştım. Birebir ölçekli yerleştirmelerimde figürün yerine izleyici geçti ve onun deneyimi hikâyenin kendisi halini aldı.Bir resim her tür yoruma açık bir penceredir. Ne yazık ki yorumlar, ön yargıya da sevk edebilir. Sanatçılardan ortalığı karıştırmaları bekleniyor; fakat bir yandan, yarattıkları rahatsızlıkların sonuçlarıyla yüzleşip, darbeleri göğüslemeleri de isteniyor. Bir kapıyı açarken bir diğerini kapatıyorsunuz. Tıpkı döner kapılar gibi. Duchamp’ın Paris’teki dairesine yerleştirdiği dahiyane kapısı anımsatıyor bu bana. Ne açılır ne de kapanırdı; çünkü aynı anda hem açık hem de kapalıydı. Sergimin başlığında hafif bir boyun eğme hissediliyor olabilir, doğrudur.

'Satılık Parseller'

FAZLA SESSİZ

 

E. A.: Yani izleyici ile yapıtın üzerinden baş başa kaldığın durum, onun önyargısı oluyor, denebilir mi? Sen, “öteki” ve dahi eserin, kendi içlerinde bir araya gelme veya gelmeme üzerine yaşadığı bir tansiyon ortaya çıkıyor. Çünkü bu unsurların her biri de “kendi”lerine sahip çıkmanın derdinde olabiliyor.

C. T.: Çalışmalarımın fazlasıyla sessiz olduğunu düşünürüm hep, çünkü sanat üretimi benim için yalnız bir süreç. Yalnız çalışıyorum, asistanlarım yok. Yapıtlarım üretim sürecindeki zihin halimin yansımaları olmakla birlikte kendine odaklanma veya kendi üzerine düşünme söz konusu değil. Aksine, tıpkı akıp geçen manzaraları yansıtmak üzere farklı açılarla yerleştirilmiş aynalar ya da yön değiştiriciler gibi, başka şeylere işaret ediyor ve dikkati benden uzaklaştırıyorlar. Zamanla, yapıtlarımdaki sükûnetin biraz azaldığını, onların gitgide daha kaotik olmaya yüz tuttuklarını fark ediyorum. Yine de sessiz olduklarını düşünüyorum; ancak bu, huzursuz bir sessizlik: bir fırtınanın gözü kadar sakinler. Yüklü bir gerilim ve apaçık hissedilebilen bir basınç var. Resimler birlikte sergilendiğinde bu daha da belirginleşiyor; zira görsel açıdan birbirleriyle etkileşime giriyorlar ve sesleri yükseliyor.

 

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp

Yazarın Diğer Yazıları