Top
13/08/2020

Ege jeopolitiğinde adalar problemi

Temmuz ayında Türkiye’nin Oruç Reis sismik arama gemisiyle kendi kıta sahanlığında sismik arama yapması için NAVTEX ilan etmesi üzerine Yunanistan tam bir telaş içine girdi. Güvenlik toplantıları yapıldı Atina’da, Yunan ordusuna kırmızı alarm (!) verildi, AB acil toplantıya çağrıldı, Meis adasına Yunan hücum botu gönderildi.

Aslında bir de Kardak adasına helikopterden çelenk atmaları gerekiyordu ama her halde bu telaşta unuttular. Neyse bir dahaki sefere diyelim. Ortalıkta Yunan hükümeti tarafından “Resmi Yaygara” koparıldı. Bu rüzgarlı günlerde bizden de bazı tansiyonu yüksek heyecanlı sesler yükseldi.

Ancak bunlar realiteyi yansıtmıyor zira Yunanistan’ın Türkiye’ye karşı askeri bir seçeneği kullanabilmesi çok zor, bedeli çok ağır olur. Yunanistan; Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmayı göze alamaz.

Nispi güç mukayesesinde Yunanistan’ın Türkiye’yi yakalayabilmesi için en az 30 sene daha fazla çalışması gerekir. O yüzden bu dönemde Türkiye ile Yunanistan arasında bir savaş çıkma ihtimali imkansız değil ama çok düşüktür. Zaten böyle bir niyeti bile olsa Yunanistan bunu tek başına yapamaz ancak bir ittifaka dayanmak zorundadır. Bu da şuan konjonktürde çok da kolay gerçekleşebilecek bir durum değildir.

Yunanistan’ın Türkiye politikası 1947 Paris anlaşmasından beri hiç değişmedi. Adaların kıta sahanlığı iddiasıyla Ege ve Akdeniz’i egemenlik sahası haline getirmek Yunanistan’ın milli politikasıdır. Bu sayede aslında Yunanistan üzerinden Türkiye’nin batı ve güneyden kuşatılması ve bölgedeki enerji eko-politiğinde denklem dışı kalması amaçlanmaktadır.

Bakınız Türkiye tarafından Almanya’dan alınan MTA Sismik-1 gemisinin 1976-1998 döneminde Ege ve Akdeniz’deki her araştırma faaliyetinde Yunanlılar aynı yaygaraları kopardılar. Türkiye ne zaman sismik araştırma yapmaya kalksa uluslararası baskılara maruz kaldı.

Bundan sonra da Yunanistan’ın bu tavrından vaz geçeceğini düşünmek çok mantıklı olmaz. Bu nedenle Türkiye kendi kıta sahanlığı içinde enerji arama ve doğal kaynaklardan yararlanma faaliyetlerine kararlı şekilde devam etmelidir. Bu durumu değiştirebilecek önemli adımlardan biri Türkiye tarafından sürdürülen arama faaliyetlerinde enerjinin bulunması ve Türkiye anakarası üzerinden tüketici ülkelere satılması olabilir.

Bu nedenle Türkiye sismik araştırma yaptığı yerlerde enerji bulma gayretlerine hız vermelidir. Mavi Vatanımızda enerji bulunması Türkiye için hayati bir meseldir. Böyle bir durumda Türkiye’yi enerji denklemine sokmama yönündeki emperyalist gayretler boşa çıkarılmış olacaktır.

Bu sayede Ege ve Akdeniz’de, merkezinde Türkiye’nin yer aldığı yeni ekopolitik dengeler oluşacaktır. İşte o zaman 1947 Paris anlaşması ile Ege adaları için yapılan düzenleme yeniden tartışmaya açılmalı, Montrö sözleşmesiyle Lozan’dan sonra boğazların yeni bir statüye kavuşması örneğinde olduğu gibi Ege adalarının ve kıta sahanlığı meselesinin Türkiye ile Yunanistan arasında sorunlara yol açmayacak şekilde yeniden düzenlenmesi yönünde gayretler arttırılmalıdır.

Böylece Yunanistan’ın artık ironikleşmiş kriz politikalarının farklı bir siyasal düzleme çekilebilmesi mümkün hale gelebilir. Bundan böyle Türkiye sadece kendi kıta sahanlığında hak ve menfaatlerini korumaya çalışan bir ülke değil aynı zamanda Ege adalarının statüsünün yeni duruma göre düzenlenmesini de amaçlayan bir politika yürütmelidir.

Zira 1947 yılında Paris anlaşmasıyla Ege adalarının bir bölümünün İtalya’dan alınıp Yunanistan’a verilmesi Lozan anlaşmasına da aykırıdır. Bu anlaşmayla üçüncü tarafın (Türkiye’nin) hakları ihlal edilmiştir.

Bundan sonraki süreçte Yunanistan’ın Türkiye’yi dünya kamuoyu önünde zor durumda bırakacak yeni adımlarına karşı hazırlıklı olmak gerekir. Mısır-Yunan deniz yetki alanlarının sınırlandırılması anlaşması aynı zamanda provokatör bir anlaşmadır. Çünkü kıta sahanlığı olmayan Girit ve Rodos adaları esas alınarak deniz yetki alanlarının belirlenmesi uluslararası hukuka aykırıdır. Ancak devamında bu yetki alanlarının içindeki enerjiyi Yunanistan veya Mısırın çıkarabilme kabiliyeti yoktur.

O zaman aynı Güney Kıbrıs’ın yaptığı gibi küresel enerji şirketlerinin Yunanistan tarafından bölgeye davet edilmesi ve sorunun uluslararasılaştırılaması gibi bir durum söz konusu olabilir. Tabii ki gelecek şirketler o ülkelerin ordularının refakatinde bölgeye geleceklerdir. Buna karşı Türkiye’nin de yapabileceği pek çok önleyici faaliyet mevcuttur. Bu saatten sonra kim gelirse gelsin bölgede Türkiye’ye karşı denge veya üstünlük sağlayabilmek kolay değildir.

Çünkü Türkiye eski Türkiye değildir. Ancak tarih bize Yunanistan gibi tetikçi-aparat devletçiklerin zorda kaldıklarında uluslararası güçlerin her zaman olaylara müdahil olmaya çalıştıklarını göstermiştir. Bir diğer muhtemel sorun ise Yunanistan’ın bizim NAVTEX ilan ettiğimiz yerler için bizden sonra NAVTEX ilan etmesi olabilir.

Bizim kıta sahanlığımız sadede bize aittir. Türkiye kendi kıta sahanlığı içinde başkalarının NAVTEX ilan etmesine izin vermemelidir. Bu egemenlik meselesidir ve taviz verilemez.

Sonuçta Türkiye’nin mevcut kararlı tavrını sürdürmesi, Yunanistan’ın eşit şartlarda masaya oturmasını ve soruna siyasal çözüm bulunması yönünde adım atılmasını sağlayabilir. Artık Türk-Yunan ilişkilerindeki klasik ve kalıplaşmış kriz politikalarının yeni bir siyasal zemine taşınması zamanı gelmiştir. Bu zeminin temelini de Ege adalarının statüsünün yeniden belirlenmesi oluşturmalıdır.

Bu milli bir politika haline getirilmeli ve Türkiye bu konuda politik olarak savunmacı-pasif pozisyonundan aktif duruma geçmelidir. Yoksa Yunanistan kendisini yönetenlerin talimatıyla aynı yaygaralarına sonsuza kadar devam edecek ve bir çözüme ulaşılabilme ihtimali her geçen gün daha da azalacaktır.

Dr .D. Eray GÜÇLÜER

Altınbaş Üniversitesi Öğretim Üyesi

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp

Yazarın Diğer Yazıları