Top
Therapiagroup

Therapiagroup

info@therapiagroup.com

20/03/2016

Temel Ruhsal Gereksinimler:  Sağlık ve Güven

Fiziksel ve ruhsal olarak güvende olmak ve sağlığın yerinde olması, en önemli duygusal gereksinimlerdendir. Bu ihtiyacı karşılanan kişi, sağlıklı ve güvende olma ile ilgili gerçekçi bir algıya ve beklentiye sahiptir. Küçük ya da büyük fiziksel sorunları sakinlikle karşılayıp gerekeni yapabilir. Hastalıkla başa çıkma konusunda işlevsel başa çıkma mekanizmalarını mümkün olduğunca kullanır. Olumsuz yaşam olayları karşısında zorluk çekse de esnek ve dayanıklı kalabileceğini bilir. 

Çocukluk yıllarında bu ihtiyacın karşılanmasını engelleyen ebeveyn tutumları, aşırı koruyuculuk ve sağlık konusunda aşırı endişeli olmaktır. Aynı zamanda ebeveynin kendisinin sağlık anksiyetesi olması ya da hastalık ve kazalar karşısında tetikte olması çocuğa fiziksel dayanıksızlık ile ilgili bir model olur. Çocuk bu kaygı karşısında anne babası ve kendini de kapsayan bir kontrol kaybı hissedebilir. Bu durumda ortaya çıkan şema “dayanıksızlık” şemasıdır. Bu şema kişide, sağlıkla ilgili başa çıkmakta zorlandığı kaygılara, obsesyonlara ve panik nöbetlerine sebep olabilir. Bir doktor tarafından herhangi bir hastalık tespit edilememesine (tekrarlayan kontrol ve tetkiklere) rağmen içinde ciddi bir hastalığın gelişmekte olduğu endişesine kapılır. Ruh sağlığı ile ilgili dayanıksızlık ise aklını kaçırma ve kontrolü kaybetme korkusu şeklinde görülür. Kişi her an doğal, maddi ya da tıbbi bir felaket olacakmış hissi ile yaşar. Fiziksel saldırıya uğramaktan aşırı derecede korkar. Bu elbette herkesin korkabileceği bir durumdur ancak bu şemanın varlığında kişi bunu bir olasılık değil, muhtemel bir tehlike gibi görür ve bununla başa çıkamama korkusu yaşar. Dayanıksızlık algısının bir diğer ortaya çıktığı alan da ekonomik durumdur. Her şeyini, tüm parasını kaybedip kötü ve muhtaç bir duruma gelme korkusu da bir tür dayanıksızlıktır.

Şizofrenik bir durum olarak rüyalarımız

Çoğu insan günümüzde rüyaların geleceğe dair mesajlar taşıdığını ve karmaşık olmalarına rağmen kişiye önemli bilgiler verebileceğini düşünür. Fakat kimi zaman hiçbir şekilde anlamını çözemediğimiz ve gerçeklikten uzak olan korkutucu veya tiksindirici rüyalar da görürüz. Aslında rüyaların klinik anlamda psikolojideki önemi, 1900’lü yıllarda Freud’un rüya analizlerine dair çalışmalarıyla başlamıştır. Freud’a göre, rüyalarımızın bize tuhaf gelme sebebi, şizofreni gibi ruhsal problemlerde gerçeklikten kopmak olarak adlandırabileceğimiz psikoz durumları ve rüya gören sağlıklı kişilerin benzer mekanizmalarının aktif hale gelmesinden kaynaklanır. Bu teoriye göre gün içinde dış dünyadaki etkenler ile baskı altında tutulan benlik (ego), kişinin uykuya dalması ile beraber saf dışı kalır. Kişinin benliği, böylelikle, toplumsal kural veya baskılardan sıyrılarak ilkel ve narsistik içgüdüleri ile baş başa kalır. Bu içgüdüler kişiyi gerçeklikten ve mantıktan yoksun olan ilkel dürtülerinin etkisi altına alır. Bu ilkel dürtüler sonucunda kişi gerçekten ve mantıktan uzak hayaller ve halüsinasyonlar (varsanılar) görmeye başlar. Freud’a göre, rüyalar tam olarak benliğin açığa çıkarttığı bu hayaller ve halüsinasyonlardır. Bu halüsinasyonlar aracılığıyla, benliğin arzu ettiği ilkel dürtüler açığa çıktığı için kişide rahatlamaya yol açar. Bu şekilde rüya gören kişi, psikoz yaşayan kişi ile aynı bilişsel deneyimi yaşıyordur. Bu da, normal hayatta sahip olmadığımız ve bize yabancı gelen tuhaf düşünce ve davranışlarda bulunduğumuz rüyalar görmemizin en anlaşılır açıklamasıdır.

Son zamanlarda rüya üzerine yapılan nörofizyolojik araştırmalar, kişinin mantık ve düşünme yetisi olan bölgelerin rüya gören kişide baskılandığını ve ilkel merkezlerin aktif hale geldiğini ortaya koyarak Freud’un bu ilginç rüya teorisine destek sağlamıştır. Aynı zamanda bir sürü bilimsel çalışma, rüya görmenin ve psikoz durumlarının aynı nörofizyolojik mekanizmalar tarafından yönetildiğini ortaya koymuştur. Bu nörobiyolojik benzerliklerini göz önünde bulundurarak, rüyaların ve şizofreni gibi psikolojik problemleri olan kişilerde ortaya çıkan bilişsel durumların birbirine benzemesi şaşırtıcı değildir. Scaron ve ekibi tarafından yapılan bir araştırmada, şizofreni tanısı olan kişilerin ve bu tanıya sahip olmayan kişilerin gördükleri rüyalar arasında benzer düşünce biçimleri olduğunu ortaya koyulmuştur. Bu düşünce biçimleri ağırlıklı olarak grandiyöz (büyüklenmeci) ve persekütuar(eziyet eden) temalardır. Grandiyöz temalarda kişi büyük bir yeteneği, kavrayış gücü ya da önemli bir buluşu olduğuna inanırken persekütuar temalara örnek ise kendisine karşı elbirliği ile çalışıldığı, gözetlendiği, izlendiği, zehirlendiği veya taciz edildiği durumları içerir.

Bu bağlamda sağlıklı insanların rüyalarını ve psikozda yer alan sanrısal temaları inceleyen bir araştırma, 69 tema arasında yer alan 26 temanın araştırmada yer alan kişilerin birçoğunda geçerli olduğunu ortaya koymuştur. Aynı zamanda bu 26 tema arasında en azından 8 temanın psikozlarda oluşan sanrılar ile ortak olduğunu da saptamıştır. Örneğin “kovalanmak veya takip edilme” ve “fiziksel saldırıya uğrama” temaları psikozda yer alan persekütuar temalar ile eşleştirilirken, “üstün güçlere sahip olma” ve “üstün zekaya veya bilgiye sahip olma” temaları psikozda yer alan grandiyöz temalarla örtüşmektedir. Özellikle psikozda yer alan ve araştırmaya dahil edilen klasik sanrılar olan “gözetlenme”, “üstün bir statüye sahip olma” ve “ünlü olma” temaları ise oldukça sık rastlanan rüyalar olarak saptanmıştır. Böylelikle, bu araştırmalar ile rüyalar ve psikozların birbirlerine oldukça benzeyen bilişsel unsurları olduğunu kanıtlayıcı niteliktedir. İşte bu araştırmanın en sık görülen sanrı temaları ve görülme oranları:

1) Suçlanma veya cezalandırılma: %83

2) Kendi yol açtığı sorunlar için başkasını suçlama: %65

3) Başarılar için yeterli takdiri görmeme: %58

4) Üstün statüye sahip olma: %58

5) Başkalarının sahip olmadığı düşüncelere sahip olma: %57

6) Hakkında konuşulma veya izlenme: %56

7) Takip edilme: %55

8)Ciddi bir suç işleme: %47

9) Ünlü olma: %46

10) Cezalandırılma: %43

Kaynak:  Yu, C.K. (2009). Paranoia in dreams and the classification of typical dreams. Dreaming, 19 (4), 255-272.

Dolaptaki İskeletler

Tanya Byron genç bir klinik psikolog adayı olarak uzmanlık eğitimine başladığında nelerle karşılaşacağından habersizdi. Bu zorlu dönemde rastladığı insanların, hayatını nasıl etkileyeceğinden de: Kara mizahla dolu hikâyeleriyle bar fedaisi Ray, boğularak ölen kardeşinin yasını tutan küçük Imogen, seks hayatlarından memnun olmayan Martin ve Elise, Yahudi Soykırımı'ndan kurtulmuş ihtiyar Harold ile Sarai... Dolaptaki İskeletler sıradan insanların hayatın zorluklarına direnişini ve bir klinik psikoloğun yetişme sürecini anlatıyor.

Deneyler ve etik-II

Psikoloji biliminin bugünlere gelmesinde önemli rol oynayan ancak denekleri ve katılımcıları için son derece olumsuz sonuçlar yaratan ve etik problemleri nedeniyle bugün tekrarlanması imkansız olan psikoloji deneylerine yakından bakmaya devam ediyoruz.

 4. Asch Deneyi

Solomon Asch 1951 yılında Swarthmore College’da uyum üzerine yaptığı araştırmada bir grup katılımcıdan iki karttaki çizgi uzunluklarını eşleştirmelerini istedi. Kartlardan birinde tek bir çizgi diğerinde ise yan yana çizilmiş farklı boylarda üç çizgi bulunuyordu. Her katılımcıdan kartlardan birindeki tek çizginin diğer kartta bulunan üç çizgiden hangisine eş olduğunu bulması isteniyordu. Ne var ki katılımcının dahil olduğu grupta, katılımcı dışındakilerin hepsi araştırma ekibinden “oyunculardı”. Her bireyin cevabını sesli olarak vermesi isteniyordu. Gruptaki “oyuncular” ilk iki cevabı doğru verecek ancak üçüncü cevaptan itibaren yanlış eşleştirme yapacaklardı. Asch’in bu çalışmada görmek istediği,  gerçek katılımcının diğerlerinin verdiği cevaplardan ne kadar etkileneceğini ve grup içerisinde yalnız başına kalmamak için kendi cevabını bu cevaplara ne kadar uyduracağıydı. Çalışmaya katılan 50 kişiden 37’si fiziksel gerçeklik açıkça aksini gösteriyor olsa da grubun geri kalanının verdiği hatalı cevaba uyum sağladı. Bu çalışma bilimsel açıdan son derece değerli veriler kazanılmasını sağladıysa da Asch, deneyinde aldatmaca ve yanıltmadan faydalandığı ancak katılımcılardan bilgilendirilmiş onam almadığı için etik açıdan sınıfta kaldı.

5. Seyirci Etkisi

Kitty Genovese 1964 yılının 13 Mart’ında New York, Queens’te, apartmanının önünde bıçaklanarak öldürülmüştü. Saldırıyı duyan ya da gören yaklaşık 40 tanığın polisi aramamış olması sosyal psikologların ilgisini çekmişti. Ne olmuştu da bu canlı ve hareketli kentin ortasında, bunca tanığın olduğu bir olayda polise kimse haber vermemişti? Bu durum “seyirci etkisi” ile açıklandı. Olaya şahit olanlar “nasılsa biri haber vermiştir/verecektir/veriyordur” düşüncesiyle yardım çağırmamışlardı. Seyirci etkisi bu olayın ardından sosyal psikologların ilgisini çekti ve bu konu üzerine bilimsel araştırmalar yapılmaya başladı. 1968’de John Darley ve Bibb Latané Columbia Üniversitesi’nde bir araştırma tasarladı. Katılımcı bir odaya alınıyordu ve kendisinden, verilen anketi cevaplaması istendi. Katılımcılardan bazıları odada yalnız, bazıları ise başkaları ile birlikte bulunuyordu.  Kısa bir süre sonra odanın içine zararsız bir duman verildi. Araştırma, odada yalnız başına bulunan katılımcıların grup içinde bulunan katılımcılara göre dumanı haber vermede daha hızlı olduğunu gösterdi. Darley ve Latané aynı konuyu araştırdıkları bir başka çalışmada ise katılımcıları yan odadaki bir kişinin nöbet geçirdiğine inandırdılar. Araştırmanın sonucu bir öncekiyle benzerlik gösterdi ve odada yalnız başına bulunan ve durumu kendisinden başka bilen birinin olmadığını düşünen katılımcılar grup içindeki katılımcılara oranla daha hızlı şekilde harekete geçti.

6. Canavar Çalışması

1939 yılında, Iowa Üniversitesi’nde, Wendell Johnson ve ekibi kekemeliğin nedenlerini araştırmaya girişti ve bu amaç uğrunda yetimhaneden aldıkları 22 çocuk üzerinde çalışmaya başladı. Çocuklardan 12’si kekemeydi. Bu gruba olumlu pekiştirme yapıldı. İkinci grup ise olumsuz pekiştirmeye maruz bırakıldı. İkinci grubun öğretmenleri gruptaki çocuklara sürekli olarak kekeme olduklarını telkin etti. Gruptaki hiçbir çocuk araştırmanın sonucunda kekeme olmadı ancak kekemelik sorunu yaşayan çocuklarda sıklıkla görülen özgüven sorunları geliştirdi. Johnson’ın bu konuyla ilgilenme nedeni muhtemelen çocukken yaşadığı kekeleme problemiydi. Hem deneye katılan çocukları yetimhaneden almış olması hem de çocukların gördüğü zarar nedeniyle bugün böyle bir deneyi gerçekleştirmek ve sonuçlarını yayımlamak mümkün değildir. Buna rağmen Johnson’ın adı Iowa Üniversitesi’nin Konuşma ve İşitme Kliniği’ne verildi ve bugün klinik halen Johnson’ın adıyla anılıyor.

(Haftaya farklı araştırmaları anlatmaya devam edeceğiz.)

 

THERAPIAGROUP PSİKOLOJİ&PSİKİYATRİ REHBERİ köşesi Psikiyatrist Dr. Alper Hasanoğlu öncülüğünde;  Psk. Ceylan Özge Kunduz, Uzm. Psk. Şencan Taşkale tarafından hazırlanmaktadır.

SORULARINIZ İÇİN: info@therapiagroup.com

Facebook: facebook.com/TherapiaGroup

Twitter: TherapiaGroup

İnternet adresi: www.therapiagroup.com

 

 

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp