Top
29/10/2017

Hiç kimse onun gibi yazamadı

 

YAŞAMAK için birbirimize hikâyeler anlatırız. Instagram’daki fotoğraf altlarında haddinden fazla alıntılanan, genç gazetecilerin ilk heyecanlarında, 20’li yaşlarda keşfedip de yazar olmak isteyen ve olamayan herhangi birinin bile belleğine kazınan ve belki de hâlâ gizemi çözülemeyip manası aşılamayan bir cümle. “Los Angeles anlamsızlığa bile mana yüklenen bir şehir” diye yazmıştı hayatının büyük bir bölümünü doğup büyüdüğü California’da geçiren Joan Didion.

Yaşarken anlattığı hikâyeler sadece Los Angeles’a anlam katmakla kalmadı, San Francisco’da hippie’lerin doğuşunu, katil Charles Manson’ın ailesini, John Wayne’in Amerika için ne anlama geldiğini de yazıya döktü.

Şimdiki zamanın tarihi yazıyor, yaşarken gördüklerini sonradan tarihe bırakacak şekilde not etmiyor. O yazdığı için tarih oluyor bazen.

Ve yaşadı da. Brian DePalma ile Martin Scorsese’nin sık sık ziyaret ettiği evinde, Hawaii’de, Beverly Hills’te beş yıldızlı bir otel süitinde ama bazen de El Salvador’da gerillanın peşinde haber yaparken.

Türkçe’ye sadece iki anı kitabı çevrilen Didion bizde pek fazla bilinmiyor belki, ama Anglosakson eğitimi almış ve biraz yazı-çiziyle uğraşan hemen herkes için bir kült mertebesinde. Ben dahil, hayranı olan herkes hep onun gibi yazmak istiyor ama bir türlü onun yazısının matematiğini ve sihirli formülünü çözemiyoruz.

Anlattığı hikâyelerde bazen bolca detay var, bazen bunlar hiçbir yere bağlanmıyor ama adeta kafada soru işareti bıraksın diye oraya öylece bırakılıyor.

“Roman Polanski’yle birlikte bir çocuğun vaftiz anne-babası olduk ve hâlâ bunun ne anlama geldiğini çıkarmaya çalışıyorum” diye yazıyor. Bush yönetiminde dünyayı savaşa sürükleyen Dick Cheney için “Kendi topladığı limonlarla limonata yapmaya çalışırken kendi pislettiği ortalığın başkaları tarafından temizlenmesini bekleyen çocuk” benzetmesini kullanıyor.

Reşit olmayan bir genç kıza tecavüz eden Polanski’yle birlikte bir çocuğu vaftiz etmiş olmak bugünden bakınca nasıl tüyleri ürperten bir anıysa, limonata satan çocuk ile bir savaş tacirini kıyaslamak da bir o kadar ürkütücü. Ama ikisi de yerli yerine oturuyor.

Didion’ın yazarlığı kadar hayatı da göz kamaştırıcı. Kendisiyle özdeşleşen dev siyah gözlükleri, Corvette Stingray modeli üstü açık spor arabası, Malibu’da malikânesi, ünlü dostları, Obama’dan aldığı devlet madalyasıyla “Ne hayat” dedirtecek kadar göz kamaştırıcı bir geçmişi var.

Ama arka arkaya iki ölümün sarstığı da bir hayat bu.

Eşi John Gregory Dunne’la 2003’te son kez Noel sofrasına oturuyor. O akşam kızları Quintana Roo yemeğe hasta olduğundan katılamamış ve beklenmedik bir şekilde hastaneye kaldırılmıştı.

Didion bir arkadaşına telefon açıp kötü bir haberim var dediğinde karşısındaki “Quintana öldü mü yoksa” diyor.

“Hayır ama John öldü.”

Görür görmez evleneceği adam olduğunu bildiği eşinin sofrada aniden düşüp hayata veda etmesinden sonraki acılı süreci “The Year of Magical Thinking” kitabında anlatıyor. Eşinden iki seneden az süre sonra ölen kızının ardındansa “Blue Nights”ı yazıyor. İkisi de Türkçe’ye çevrilen bu kitaplar dindar olmayan biri tarafından yazılmış acıyla baş etme şaheserleri olarak kabul gördü.

HAYATI BELGESEL OLDU 

JOAN Didion kültünün nasıl büyüdüğünü, ev partilerinde ona açıkça asılan Warren Beatty’den tutun da Didion’ın nasıl herkesin çekim merkezi olduğunun sırrını çözmeye pek çok kişi girişti. 2015’te hakkında çıkan dev biyografinin yazarına hiç malzeme vermedi, yardımcı olmadı. Belgesel girişimlerini hep reddetti ve hikâyesini başkalarının anlatmasına izin vermedi. Yaşamak için birbirimize hikâyeler anlattığımız bir dünyada yazarın kendi hikâyesinin tekeli olmasını yadırgayamayız herhalde.

Yeğeni aktör Griffin Dunne sonunda halasını belgesele ikna etti. Birkaç senedir yapımı süren, Kickstarter kampanyasında hayranlarının katkılarıyla bütçesinin bir kısmı oluşan belgesel “Joan Didion: The Center Will Not Hold” nihayet cuma günü hem Netflix’te, hem de ABD’de sinemalarda vizyona girdi.

HAYRANLAR İÇİN

83 yaşında incelmiş, küçücük kalmış ama beyninden hiçbir şey eksilmemiş bir kadın eliyle koca daireler çizerek kısa cümleler kuruyor belgeselde.

Tamamen hayranlar için yapılmış, bilmeyene, adını hiç duymayana belki de biraz yabancı gelecek bu belgesel ne yazık ki konu ettiği kişi kadar ilginç değil. Joan Didion yıllar içinde birinci tekil şahıs kullanarak, kendi hayatını bizzat yazdığı konuların merkezi ya da çıkış noktası haline getirerek zaten anlatılmadık hiçbir şey bırakmamıştı.

Belgesel yeni bir şey söylemiyor belki, ama Didion’ın neden efsane olduğuna bir şekilde yanıt veriyor: Hiç kimse onun gibi yazamadı çünkü. 

AKRABALIK İLİŞKİLERİ

- JOHN Gregory Dunne’ın erkek kardeşi Dominick Dunne uzun yıllar Vanity Fair Dergisi’ne büyük davalardan ve zenginlerin dünyasından izlenimler yazdı. Dunne’ın kendi kızı Dominique, erkek arkadaşı tarafından öldürülmüş, babası da onun duruşmasını izlerken tuttuğu notlarla yazar olmuştu. Dominick Dunne, kızının katilinin birkaç sene yatıp elini kolunu sallaya sallaya serbest kalmasını hiç affetmedi.

- Dominick Dunne’ın bir başka şöhreti de O.J. Simpson davasından geliyor. Kızının hikâyesini bilen Yargıç İto, gazeteciye mahkeme salonunda öldürülen Nicole Brown’ın ailesinin yanında sabit bir yer verip duruşmaları izlemesini sağlamıştı. Dunne, davayı konu edinen dizide de canlandırıldı.

- Joan Didion belgeselini çeken Griffin Dunne’ın en bilinen rolü Martin Scorsese’nin New York’un Soho’sunun karanlık yıllarını anlatan “After Hours” filminde.

28 ODALI EV

DIDION-Dunne çifti Hollywood’da bir zamanlar çok gözde olan ama sonradan biraz dökülen, pek kimsenin kalmadığı, daha çok şehre turneye gelen rock gruplarının geçici olarak konakladığı bir eve çıkıyor. Ev tam 28 odalı.

Bir gece Joan Didion evlerinde verdikleri partiye Janis Joplin’in de geldiğini yazıyor, Joplin’in istediği içkiden bahsederken müzisyenlerin hep sıradışı içkiler istediğini anlatıyor.

O gece parti sırasında üst katta uyuyan kızının odasında birisinin uyuşturucu kullandığını görüp bir insanın bunu nasıl yapacağına inanamıyor. San Francisco’da gördüğü beş yaşında acid verilmiş küçük çocuğu düşünüyor.

Partiye gelenlerin yarısının arabası o gece çalınıyor, valet’ler “Buranın böyle kötü bir mahalle olduğunu bilmiyorduk” diyor.

STAR MARANGOZ

Çiftin Malibu’daki evinde aylarca marangoz olarak çalışan kişi ise bundan kısa bir süre sonra dünyanın en büyük yıldızlarından biri olacak Harrison Ford.

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp