Top
Ali Esad Göksel

Ali Esad Göksel

aliesadgoksel@htgazete.com.tr

04/11/2017

Onur konuğu: Güney turşusu

Şu tek yumurta, çift yumurta ikizleri... Konuyu biliyorsunuz değil mi? Ben açıkçası akıl erdiremiyorum. Nasıl oluyor, olabiliyor? Bu denli gizemli bir sürpriz... En sürprizli hal: İkizler fotokopi gibiler. Anne, baba nasıl tanıyor ola, kim kimdir? Bir de diğer keyfiyet: İkizler apayrılar, tamam... Ama zahiren, ya iç dünyaları? Kimbilir? Ondan sonra gelsin, gitsin hikâyeler; “Birden uyanıverdim ve onun sevincini hissettim.” Elbette ikisi arasında 6 saat mesafe vardır. Hep düşünegeldim. İnsanlara mahsus bu ikiz olma keyfiyeti. Topluluklardan söz edersek, hatta bir adım daha atalım mı: Toplumlar ölçeğine gelince “Çerçeve nasıl çatılmada...” Benim meraklısı olduğum bir coğrafya var. Tarih boyu hep gözde, yaratıcı ve parlak. Devasa bir kültür! Sürekli işgal, taciz ve eziyet görmüşler. Sonunda da, bizlerin de dahil olduğu bir senaryo ile bölünmüşler.

Kuzey Kore hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Ama ötekisi: Güney Kore. İşte orası bir model. Bu sene İstanbul’daki Kitap Fuarı’nın onur konuğu... Güney Kore’ye 7-8 kez gittim. Her seferinde yeni şeyler öğrenerek dönmedeyim. Mimarisi, sineması, güzel sanatları, modası ve mutfağı... Baştan çıkarıcı! Açıkçası bu ikizlere o denli meraklıyım ki. Her vesile ile yola düşmedeyim. Henüz Kuzey’e siftahım yok. Tezelden gitme muradım var. Tabii Trump emekli olunca. Ne olur, ne olmaz...

Üzerinden çok geçmeyen son seferimi anlatayım: Seul’deyiz. Yağmurlu, loş... Yeryüzünün ikinci büyük metropolü burası. Yaklaşık 25 milyon kişi yaşıyor. Merkezin nezih bir mahallesine ilerliyoruz. Sağda solda özenli yapılar var. Tertemiz yollar, yemyeşil yamaçlar... Nihayet ruhsuz bir yeraltı garajındayız. Gözler kırpıştırılıyor. Nasıl oldu da buradayız, daha tam anlamadan. Garajın ruhsuz, anonim, muhtemel kriminal dünyasından yavaşça yukarı tırmanıyoruz. Işığa uçan numen lumen diye hipnotize olmuş küçücük böcekler vardır ya. Günün teması ışık olmalı. Kendimizi aniden belli belirsiz bir mumun önünde buluyoruz. Koleksiyonun gurur duyduğu parçalardan. Sanki kararsız... Yansa mı? Yaksa mı? Işığı size mi verse? Kendine mi? Yoksa o gördüğümüz mum... Mum mu? Var mı, var olduğunu tasavvur mu etmedesiniz?

Haydi, gelin de çağımızın şu baştan çıkarıcı varoluş sorularının etrafında dönüverelim. George Richter, günümüzün en önemli sanatçılarından. Sizi, siz sarsılmaksızın eline alıyor. Bırakıp da tamamdır dediğinde ise... Sarsılmak da ne ola? diye gerçeğin hayaline sarılıyorsunuz... Richter’in titrek mumundan tutunmaya ihtiyaç duyduğumuz o an var ya... Bir düzleme atıyoruz kendimizi. Birbirini kesen, birbirine kavuşan cinsten birbirinin içinden geçen düzlemler. Hayatlarımız ya da hayallerimiz gibi. Çağdaş Kore sanatının yüzü Kim Whan-ki. New York sılasında, lacivert ile mavi arasında uzanan renkleriyle bizi davet etmede. Nerede başlayıp nasıl biteceği belli olmayan satıhlar ile artık tutunmalıyım ama dedirtmede... Ressam bizi bize sorgulatıyor: Huzur ile tekinsiz arası eşiksiz midir?

Birisini seçsek dahi ötekine yuvarlanmak mukadder midir?

KİMCHİ YÜZÜNÜZÜ GÜLDÜRÜR

Leeum’un modern pavyonu mimarı Jean Nouvel. Malzemeyi kullanışı, hacme sahip oluşu, ışıkla ilişkisi iyi. Kendini ortaya fırlatması hallice. Peki ya Mario Botta? Klasik Kore’nin yerleştiği pavyonun tasarımcısı! Aman yarabbim. “Ben de var olduğum kadar benim” demek kolay. Ya Uzakdoğu? Goethe bile “Ex oriente lux” buyurmuş: Işık doğudan doğuyor. El insaf İsviçreli! Vicdan nadirattan mıdır? İçeride sergilenen eserler zanaatla yola koyulup dâhiyane sanat eserlerine dönüşmüşler. Bir sirk gösterisi misali kendini ortaya atmaya ne hacet? “Bakın, bir bana bakın, esas ben buradayım” nakaratına lüzum var mı? Joseon Hanedanı Seladonları “ton sür ton” ile mırıldanarak var olmayı tercih etmişler. Kore sanatına, onların ışığa, hacme ihtiyaçları olmaz duyarsızlığı ile bakan şöhret düşkünü! Kendini sergilemek, bunu da topu topu ömrü 50 yıl olan bir bina ile yapmak... Bu nasıl bir ruh halidir? Önümüzde 5’inci yüzyıldan kalma seramik şişe... 16 yüzyıl önce yaratmanın üst sınırlarında dolaşanların tevazuu... İsimlerini dahi söylemeye gerek duymayan bu kültürü keşfetmeye mecburuz. Gösteriş meraklısı mimarlardan kaçıyoruz. Akşam saatleri. Seoul Akdeniz’de değil ya. 19.00 makul genel yemek saati. Loş ışıklı bir bambu vahasına bakan oda irisinde bağdaş kuruluyor. Yere yakın masaya servis başlıyor. Ondan sonrası... Nefes almak yok. Arkası kesilmeksizin 20-30 başlangıç yemeği geliyor. Bir solukta... Kore mutfağının ana teması fermante yemekler! Haydi tam söyleyelim. Tam tamına: Kimchi desene! Kore’de en sık duyacağımız söz. Nereden çıktı? Çünkü bu muhterem Kore mutfağının jön premieri. Çoğunlukla lahana ile yapılmış bir tarz turşu. İçinde tabii ki lahana, biber, sarımsak, yeşil soğan var. Bütün bir millet ona âşık. Sabah akşam bıkmıyorlar. Kimchi der demez yüzleri gülüyor. Fotoğraflarda güleç çıksınlar diye deklanşör öncesi “Kimchi” deyiveriyorlar. Sonra? Sonrası pilav, sade pilav bu coğrafyada kişiselleştirebileceğiniz tek şey. Onun dışındaki her türlü yemek paylaşılıyor. Bir geri çekilme, başkasını gözetme kültürü. Sofrada mevsimlik her türlü bitki ve sebze hazır. Deniz mahsulleri, irili ufaklı balıklar. Teferruat deyip geçtikleri bir santimlik balıklar, tuzları ve biberleri ile klasik geleneksel mutfağın baş tacı. Biliyor musunuz? Pirinç şarabıyla birlikte Kore mutfağının sadık bir bendesi oluveriyorsunuz. Leeum’un içindeki dün ve bugünden bütün bu güzellikleri yaratanlar... Bu insanlar mutfakta sizi üzebilir mi? Seul, sanat ve mutfağın birlikte dansettiği bir coğrafya. Masamda Richter, duvarımda Whanki olsun. Pirinç şarabım da Joseon Seladonu’nda dursun istiyorum. Eyyy Esoterikçiler! Haydi ama, bana da diyesiniz... Çok istersem olur mu?

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp

Yazarın Diğer Yazıları